Sessizlik

Yazar: Çağan Oğuzhan Cantürk Tasarımcı: Anıl Aydınoğlu

Seviyordu. 

Çakmağı eline aldı. Parmağını sürtmesiyle çıkan anlık cızırtıyı, sonrasında sahneye çıkan o küçük alevin dudaklarının önünde dans edişini seviyordu. Buruk bir tebessümle, selam vermeksizin sahneden inercesine acele, o dans edişini… Ve anlık cızırtıyı da seviyordu. Hem de yeni kararmış gökyüzünün sessizliğini dinlerken daha çok seviyordu. Bulutlardan gelen… Şu kasvet yüklü, kurşuni bulutlardan, rüzgârın karanlıklara sürdüğü… Rotasız, darmadağın… Bir tane daha kalmıştı. İçer miydi onu da peşine? Bunu zaman gösterecekti. Beş dakikalık kısa bir zaman. Hem, bir tane kalmış olmasını da seviyordu. Sona kalanlar hep daha anlamlıydı onun için, daha duygusaldı. Karşı apartmanın ikinci katının sarı ışığı, tül perdenin arkasında bir an yandı söndü. Bu saatlerde yanardı genelde. Mutfaktadır diye düşündü, misafiri vardı belki de, önemli değil. Mehmet’in koltukta kıvrılmış bir halden bir başka hale geçerken çıkardığı gıcırtıyı duydu. Şöyle bir arkasına baktı, hâlâ uyuyordu. Bunu pek sevmezdi. Yine bir tartışma programında replik sırası bekleyen siyasilerin sesleri yükselmişti. Şu siyasilerin, birbirlerine hakaretler yağdırarak bağırıp çağırdıkları programdan sonra eğlenmeye gittiklerine inanırdı. Sahteydi onun için o yırtınışlar. Mehmet her akşam izlerdi onları ve sonra da böyle sızardı o eski, ahşap ayaklı koltukta. Televizyonu kapatmak istedi. Nefesini içine çekerken yanan tütünün kıvılcımlarını dinlemeyi seviyordu. Kapatırsa Mehmet uyanır, ekşi bir bakışla: “Neden kapatıyorsun be kadın?” derdi. “İzliyorum ben onu!” Oysa sadece ilk on dakikasını izlerdi Mehmet Bey. O da saçma bulurdu elbet, ancak sıkıcı hayatında daha anlamlı bir şey yapamazdı. Sonra da sızardı hep böyle zaten. 

 Aşağıdan kedilerin ağlama sesleri yükseldi. Duygu dolu bir dilde, acı bir türkü. Her hecesinde yaşanmışlık olan…  Acıyı gerçekten bilirmişçesine bir sesleniş, birbirlerine de değil, gökteki bulutlara… Bir dert, bir çağırış… Kedilerin ağlamalarını sevmezdi. Ama onların aşağıda bir yerlerde var olduklarını bilmek güzeldi. Çok kez kendini ne dediklerini anlamaya yormuştu. Haykırışlarını bazı kelimelere benzetmeye çalışır ama hiçbir zaman bulamazdı o kelimeleri. Sahi neden ağlardılar ki her akşam böyle? Nebahat’ın attığı mamalar yetmiyor muydu? Balkona ancak kediler için çıkan Nebahat’ın yalnız bir insan olduğunu düşünürdü. Önce bir bulutlara bakardı kısık gözlerle, yağmur yağar mı diye bakardı. Sonra da aşağıdaki tekirlere taksim taksim atardı kedi mamalarını. Hepsini bir seferde atmazdı. Ya tüm kediler eşit yesin ister, toplanmalarını beklerdi ya da hayatındaki tek meşgalesini bir anda harcamak istemezdi. Nebahat’ın hayatında sadece havanın nasıl olduğu ve kediler var sanırdı. Ama Nebahat yalnız değildi, kedileri ve bulutları vardı. Bulutları olan yalnız olmazdı. Yalnız olmak tek başına yaşamak demek değildi. Kedileri ve bulutları olan yalnız olamazdı. Nebahat Hanım’ı seviyordu, hiç tanışmamış olsa bile. Hatta ismini bile bilmezdi, onun hep Nebahat olduğunu düşünmüştü. Belki yıllar önce izlediği bir dizideki bir Nebahat’tı onun için. İnce kaşlı ve yanakları dolgun… İnsanlar konuşmazdı bu avluda, bazen birbirlerini seyreder, dinler ama asla konuşmazlardı. Acaba Nebahat de kedileri anlamaya çalışır mıydı?

Otuz dört yıldır Mehmet’le evliydi. Yirmi sekiz sene önce ise bu binaya taşınmışlardı. Binalar o zaman yapılmıştı, şimdiyse miadını doldurmuştu her biri. Birbirlerine yaslanarak Beşiktaş’ın ortasındaki bu sessiz avlunun koruyucuları olmuşlardı. Gece kulüplerinin, barların arasında onlara düşmancasına sessizlikte, sadece kedi sesi ve ağaç hışırtılarıyla… Gözü balkonun köşesinde kalmış açelyalarına ilişti. Solmuşlardı. Yakından bakmak istedi, çıplak ayağı soğuktan buz kesmiş mermere değdi, irkildi, üşüdüğünü fark etti.

Esen hafif bir rüzgârla ağaçlar hışırdadı. Avlunun toprağındaki mandalina ağaçlarına kim bakardı, önemli değil. Mandalina ağaçlarını da seviyordu. Hem de tam olgunlaşmışken, toplanmaya yakın, kışın ortasında… Esen rüzgâr, sigarasının ucundaki tütünü közledi. Küller kıvılcımlarla beraber aşağı doğru savruldu. Parmağına yaklaşmış olduğunu fark etti. Söndürdü. Sonuncuyu da içecekti. Çakmağı ateşledi.

Soldaki binanın ikinci katından Kemal Bey’in silüetini gördü. Kemal’di onun için. Çamaşırları asıyordu. Perdenin arkasından süzülen sarı ışıktaki silüetin çamaşırları asışını izledi bir süre. Mehmet asla asmazdı. Komşulardan utanır, kadın işi derdi, “Ben ekmek getiriyorum yetmez mi?” Kim olduklarını dahi bilmediği şu komşulardan utanmak nedendi? Onların düşünceleri Mehmet için neden bu kadar önemliydi? Balkonda değil de içeride bir yerde asacak olsa asar mıydı? Ya Kerem asar mıydı acaba? Kerem asardı. Lisedeki Kerem asla kadın işi demezdi. Şu Kemal, Kerem olabilir miydi? Hayır, o kadar kilo almış olamazdı. Onu bütün hatlarıyla hatırlayamadığını fark etti. Kokusunu da… Anımsamaya çalıştı. Yapamazdı. Ya kokuyu duysa, Kerem olduğunu hatırlar mıydı? Düşünceleri peki, Kerem’in düşüncelerinde bir an olsun yer edebilmiş miydi bugünlerde, önemli değil. Kerem’in, kendi düşüncelerinde var olması ona yetiyordu. Sarılamamaksa zordu tenini okşayan rüzgâra. Bulutlardan gelen sessizliği bozmaya yemin etmiş yanan tütünün, kısık sesle, son seslenişine sarılamamak, zordu.

 Şu Kemal Bey, onu hep Kerem olarak görmek istemişti. Kemal koymuştu adını sırf hatırlatsın diye. Hiçbir zaman ona Kerem diyemedi, kusurunu görür de eskisi kadar sevemem diye çekindi. Dünyada bir yerlerde mükemmel bir insanın olduğunu bilmeyi seviyordu. Balkonların ve arka pencerelerin baktığı bu bahçeyi ve her penceredeki farklı hayatı seviyordu. 

Rüzgâr turuncuya çalan saçlarını karanlıkta büyümüş göz bebeklerinin önünde salındırdı. Göz bebekleri ıslanmıştı. Şu dalgalı saçlarının turuncuya çalışını severdi Kerem. Pembeye boyasam da sever misin ha? Severim tabi. Kerem severdi. Eskisi kadar gür değildi saçları.  Bir iki teli koptu, kıvılcım ve küllerle savrularak karanlığa doğru kayboldu, fark etmedi. Eskisi kadar gür olmayışını Kerem sever miydi? Kerem severdi, Mehmet ise önemsemiyordu. Mehmet birçok şeyi önemsemiyordu ama Kerem severdi. Kerem’in sevişini seviyordu.

Mandalina ağaçlarına bir kez daha baktı,  seviyordu. Nebahat Hanım’ı seviyordu. Kemal Bey’i de, kocası Mehmet’i de seviyordu. Kedilerin aşağıda bir yerlerde var oluşunu seviyordu. Çakmağın çıkardığı sesi ve tütünün nefesindeki rüzgârla közlenişini de… Sebepsizce değil, onu sevdiği için; kırk dört yıldır görmediği, lisedeki Kerem’i…

 Söndürdü.

This is a Heading Example