Karpuz peynir mevsiminin başlamasına çok az kala, Taylan amca ve Fikriye teyze için heyecan başlamıştı. Torunları eskisi gibi bütün bir yaz boyunca yanlarında kalmıyordu belki ama onlar için beraber olabildikleri bir hafta bile artık yitmeye başlayan ömürlerinin en değerli zamanları olmaya yetiyordu.

Ilık ılık esen mayıs rüzgarlarıyla beraber yazlık siteleri de renklenmeye ve hareketlenmeye başlamıştı. Yine bu akşamlardan birinde, en büyük torunları Simge’den gelen bir telefonla keyifleri katlandı.

Simge, telefonda haziran ve ağustos ayının sonlarında iki kez yanlarına gelebileceklerinden bahsediyordu. Bu Fikriye teyze için bayram demekti. Aynı şekilde Taylan amca da böyle durumlarda bayram ederdi; her akşam rakı sofrasında üçten fazla çeşit zeytinyağlı, mangalda tam ayarında pişmiş balıklar, etler…

Torunlarının gelişine iki farklı yerden bakıyorlar gibi gözükse de yaşlı çift için hazırlık süreci tam anlamıyla bir ekip çalışmasıydı. Taylan amca için midesinin bayramı kadar torunlarıyla deniz kenarında geçireceği vakit de neşe kaynağıydı. Hemen çocukların odalarını kontrole çıktı, sezon başında evi kontrol ederken gözden kaçırdıkları bir şeyler olup olmadığını değerlendirdi. Günün sonunda bulduğu birkaç eksiği el çabukluğuyla halletmiş, yetemediğini düşündüğü yerde de site görevlisi Mustafa ustadan yardım istemişti.

Evi toparlayıp bütün eksiklik ve tadilatları tamamladıklarında, çocukların gelmesine oldukça az bir zaman kalmıştı. Tatlı mı tatlı yaşlı çiftimiz için biraz da yorucu geçen bu sürede siteleri artık çocuk sesleriyle yankılanmaya başlamıştı bile. Usul usul dolan evlerden birinin de yeni bir sahibi vardı bu sene: Şenay hanım ve eşi Kemal bey.

Şenay hanım ve Kemal bey emekli birer öğretmendi. Geçen yıl site sakinlerinin tümünü derin üzüntüye boğarak yaşama veda eden Ahmet beyin evini satın almışlardı. Fikriye teyzenin koşuşturmacadan pek vakti olmasa da Taylan amca Kemal bey ile okey oynamaya bile fırsat bulmuştu. Oldukça iyi ve görgülü insanlar olduklarını tahmin ettiğini söylemişti Fikriye teyzeye.

Bu küçük telaşlar devam ededursun, Simge anneannesine gelirken bir şey isteyip istemediklerini sormak için telefon etmişti. Halbuki Fikriye teyze torunları gelmeden yeni komşularıyla görüşmek ve onlarla kaynaşmak istiyordu. Madem bu istediğini Simge ve Özgün gelmeden halledememişti, o zaman geldiklerinde hep beraber komşu ziyaretleri onları bekliyor olacaktı.

Öğleye doğru uçaktan inen iki kardeşin yazlığa varması neredeyse saat üçü bulmuştu. Büyük bir heyecanla bekleniyor olmalarına rağmen öyle yorgun geldiler ki, ne hazırlanmış yemeklere ne de karşılama seremonisine bir göz bile atmadan dinlenmeye geçtiler. Taylan amca durur mu, tabii ki de hemen sızlanmaya başladı. “Bu çocuklar buraya bizi görmeye gelmiyorlar zaten, gelip uyumaktan başka yaptıkları ne var ki…” cümleleri balkondan içeri sızmaya başladığında Fikriye teyze istifini hiç bozmadan, “Çocuklar uyanana kadar ne yapmak istiyorsan yap, istekalar özlemiştir tabii seni…” diyerek karşılıklı küçük bir işkenceyi daha başlamadan sonlandırmıştı. Genelde böyle olurdu zaten, Taylan amcayı yazlıkta bulundukları süre boyunca okey arkadaşları ve oyunundan ayırmak hiç iyi bir fikir değildi. Ancak bekleme sırasında canı durmayan tek kişi Taylan amca değildi bu kez. Fikriye teyze de hem sıkılmıştı hem de yeni komşularını halâ tanıyamamış olmanın huzursuzluğu vardı üstünde.

Simge ve Özgün’ün yedi hatta belki sekizden önce uyanmayacaklarını tahmin ettiği için biraz gezmenin kötü bir fikir olmayacağını düşündü Fikriye teyze ve çocuklara yaptığı koca bir kalıp kek ile birlikte kendini sokağın karşısındaki evin bahçe kapısının önünde buldu.

Tadilattan sonra birkaç kez göz ucuyla incelemeye çalışmıştı aslında yeni komşularının zevklerini, ne var ki çok da ayıp olacağını düşündüğü için hiçbir detaya dikkat edememişti. Zaten kapıda gördüğü anda onu içeri davet eden Şenay hanım da Fikriye teyzenin bu merakını daha ilk anda fark etmişti ve isterse bahçenin peyzajını nasıl yaptıklarından bahsedebileceğini söylemişti. Oldukça huzurlu ve mutlu bir ev olmuşa benziyordu burası, kapılarının üstünden yaseminler sarmıştı dallarının uzanabildiğince. Bahçe duvarlarının kenarlarını pespembe zambaklar süslüyordu. Hatta Fikriye teyzenin kendi bahçesinden başka yerde görmeye alışık olmadığı rengarenk anemonlar bile vardı bu bahçede. Anlaşılan oldukça iyi anlaşacaklardı Şenay hanımla.

Fikriye teyze bunları düşünedursun, yaseminlerle çevrilmiş üç kapıdan biri olan arka kapıdan uzun boylu bir delikanlı çıkmıştı. Nazikçe karşıladı bu delikanlı Fikriye teyzeyi. Oldukça tok sesli ve uzun boylu olmasına rağmen Simge ile aynı yaşlarda olduklarını duyunca çok şaşırdı anneannemiz, sonra da onları tanıştırmayı ihmal etmemeleri gerektiğini konuştular Şenay hanımla. Torunları Başar’ın ne kadar sıkıldığını anlatınca ortaya çıktı aslında bu fikir, Fikriye teyze de Simge’nin de iki gün sonra aynı hale bürüneceğinden bahsetti ve belki arkadaş edinseler onlar için de bizim için de daha iyi olur diye düşündüler. Muhabbet böyle tatlı tatlı ilerlerken Simge de yorgunluğunu üstünden atmış olacaktı ki uyanmış ve ortalıkta anneannesi ile dedesini arıyordu. İkisini de bulamamıştı ama derinlerden gelen bir kahkaha anneannesinin çok da uzakta olmadığını fark ettirdi ona.

Aramaya karar verip de telefonu eline aldığında Özgün de uyanıp ablasının yanına inmişti. Fikriye teyze çocukların uyandığını duyunca tabii ki koşarak eve döndü, kalkarken de Şenay hanımları akşam çayı için davet etti ve kesin geleceklerinin sözünü aldı. İşte her şey o çaya davet ile başladı aslında.

Taylan amca ile Kemal bey okey masasından kalkıp beraber gelmişlerdi, henüz Şenay hanım ve Başar ortalıkta görünmüyorlardı. O sırada sınavları yeni bitmiş olan Simge de derslerinden hangi notlarla geçtiğini öğrenmenin peşindeydi. Yukarıda Özgünle beraber televizyonun başındalardı, anneannelerinin sesiyle aşağı inme vaktinin geldiğini öğrendiler.

İlk tanışma anı gayet normaldi aslında, Simge de Başar da herhangi bir gariplik hissetmemişlerdi birbirlerine karşı. Özgün’ün yoldan sonra bu kadar kısa sürede uyanması bir mucizeyken saat on civarı tekrar gözleri kapanmaya başladı ve izin isteyerek odasına döndü. O sırada Taylan amca ve Kemal bey rakının hangi türünün sek, hangisinin suyla içilmesi gerektiği üzerine hararetli bir tartışma sürdürüyorlardı. Fikriye teyze ve Şenay hanım bambaşka bir dünyaya geçmişlerdi adeta, bizim çocuklar iki başınaydı yani.

Daha uçağa bindiği ilk andan itibaren aklında kayalıklara oturup gökyüzünü izleme düşüncesi olan Simge, bu teklifini Başar’a sundu. Günlerdir evde tek başına kalmış olmaktan sıkılan Başar için reddedilmez bir teklifti zaten bu. Hemen hazırlanıp çıktılar, beş dakika bile sürmeden sahilin girişine gelmişlerdi. Karşılaştığı görüntü Simge’nin içini biraz burmuştu. Yıllardır halk plajı olarak kullanılan ve herkesin gönlünce keyif yapabildiği bu yeri iki taraftaki otellerin bu denli kısıtlamış olduğunu yeni öğreniyordu. “En azından deniz bizim, onun sonsuzluğunu kısıtlayacak halleri de yok ya..” diye sesli düşündü. Bu düşüncesine Başar’ın da aynen katılması hoşuna gitmişti. Aslında daha iki saat önce tanıştıkları bu gencin birçok özelliği hoşuna gitmiş gibiydi ama sürekli içinden onun hakkında hiçbir şey bilmediğini ve saçmalamaması gerektiğini geçiriyordu. Başar da tatilinin geri kalan kısmını bu kadar tatlı bir kızla geçirecek olmanın garip bir sevinciyle savaşıyordu kendi içinde. Evet, savaşıyordu çünkü o da aynı Simge gibi daha hiçbir şeyin farkında olmadığını ve garip davranmaması gerektiğini kendi kendine telkin ediyordu.

İlk birkaç gün birbirlerini tanıyarak geçti, bu sürede Özgün de hep yanlarındaydı. Yalnız kalacak fırsatları pek olmadığı için ilk günkü heyecanlarını değerlendirecek fırsatları da olmamıştı. Sonra bir akşam büyükler sitede toplanılacağını ve hep birlikte oraya gideceklerini söylediler, Özgün tabii ki kendini hemen bu planın dışına çıkardı. Simge ve Başar da dışarıda başka bir şeyler yapmanın daha iyi bir fikir olduğunu düşünüp sıyrıldılar.

O geceye ikisi de ilk günkü gerginlik ve heyecanlarının katlanarak arttığını kendilerine inkar ederek başlamışlardı. Başar hiçbir zaman bu heyecanlarda açık birisi olamamıştı zaten, Simge de uzunca bir süredir aynı kalp kırıklığının izlerini üstünde taşıyor gibiydi. Bu durumlar ikisi için de işi biraz zorlaştırmaya başlamıştı. Aralarındaki çekimden de kaynaklanan bazı garip davranışları görmezden gelmek mümkün olmadığı gibi şimdi bir de birbirlerinden utanarak hareket ettikleri için arkadaşlıkları da tuhaflaşmaya başlamıştı. Hâl böyle olunca akşamki buluşma oldukça gergin ama bir o kadar da komik başladı.

Simge o akşam hafif hafif esen yaz rüzgarında etek uçları dalgalanan acı yeşil bir elbise giymişti. Başar ona baktığı anda gözlerinin bu elbiseyle ne kadar da dikkat çekici ve güzel göründüğünü fark etti. Başar da Şenay hanımdan kadıncağızın ağzını açık bırakan ve hiç beklemediği bir ricada bulunmuş ve bir gömlek ütülemesini istemişti. Bu akşamın hiç özel gibi görünmemesine rağmen ikisi için de ne kadar özenilmiş olduğunu ortaya koyan küçük detaylardı bunlar. Hatta Özgün’ün, ablası evden çıkarken ona dönüp “Son zamanlarda seni hiç bu kadar güzel görmemiştik!” demesi de kanıtlayıcı nitelikte olmuştu.

İlk karşılaşma anının sonunda iltifat etmek istediler önce birbirlerine ama bu pek de kolay ve beklendik şekilde olmadı. Önce Simge başladı söze, “Gömleğini çok beğendim” diyecek oldu, ağzındansa bir tekstilciden beklenecek birkaç cümle süzüldü. Başar içinse durum daha da gülünçtü, elbiseyle gözlerini bağdaştırmak istemişti aslında Simge’nin ama kendini bir anda neden yeşil zeytin sevdiğiyle ilgili bir şeyler söylerken bulmuştu. İkisi de durumun oldukça farkındaydı artık. Birisinin harekete geçmesi için hiçbir engel kalmamıştı. Beceremiyorlardı ama işte, tutuktu ikisi de; utangaçlardı ve yanlış bir şey söylemek veya yapmaktan ölesiye korkuyorlardı.

Rakıların ilk kadehi bittiğinde Simge ve Başar’ın ikisinde de durumun verdiği bir sarhoşlukla başı dönüyordu. Pek bilmiyorlardı aslında buradaki mekanları ama güzel bir yer seçtiklerini daha ilk dakikalardan anlamışlardı, belki de ortamın da bu sarhoşlukta biraz etkisi vardı. Başar meyhanenin ne kadar tatlı bir yer olduğunu düşünürken bir anda Simge’nin “Deniz börülcesinin sonunu sen mi yedin?” sorusuyla kendine geldi. Önce anlam veremedi, bu şaşkın birkaç saniyenin sonunda da birbirlerine bakıp gülmeye başladılar. O ana kadar bitmiş olması ikisine de mantıklı gelmiyordu, çünkü gerginlikleri tabaklarındakilerin tükenme hızını da oldukça düşürmüştü. Rakı hızlı, mezeler yavaş tükeniyordu. Dillerinin tutukluğunun da bir sebebi vardı, karşılarında oturan insana giderek daha çok tutuluyorlardı.

O sırada dolu bir tabakla güler yüzlü bir garson yanlarında belirip “Kusura bakmayın, ben başka bir masanın deniz börülcesi yerine sizinkini almışım tazelenmesi için; buyurun bu hatamız yüzünden karides de ikramımız olsun.” diyerek dikkatlerini yine dış dünyaya döndürdü. Zar zor teşekkür edebildiler, sonrası yine kahkahalar. Simge gerilerek de olsa “Aslında öyle sorduğuma bakma, sonunu sen yemiş olsan da hiçbir şey diyemezdim.” dedi. Burada anlatmak istediği, Özgün böyle bir şey yapsa affının olmayacağıydı örneğin ama Başar her ne kadar mesajı almış olsa da üzerine gidemedi ve “Öyle bir şey yapmazdım sanırım, kabalık etmek istemiyorum böyle bir akşamda.” diyerek iletinin kenarlarını yumuşatmayı seçti. Aslında o da bu akşamın onun için ne kadar özel olduğundan bahsetmişti ama Simge de cümleye biraz daha farklı bir anlam yükleyip ortama yormayı tercih etti. Küçük küçük adımlar vardı evet, ama aralarındaki mesafe şimdilik bu bebek adımlarıyla kapanamazdı. Artık adımların büyümesinin vakti iyiden iyiye gelmişti, hatta ikisinden birinin koşmayı öğrenmesi bile gerekebilirdi.

Bu durum gece bitene kadar devam etti. Hesabı ödeyip kalktıklarında sahilde biraz yürümenin iyi geleceğini düşündüler. Yürürken hem alkolün etkisi hem de birbirlerine yakın yürüme isteğinin etkisiyle elleri birbirini buluyordu sürekli. Dayanamayan Başar oldu. Küçük, yavaş bir hamleyle Simge’nin eline dokundu ve onu garip hissettirmemeye özen göstererek kavradı parmaklarını. Simge önce irkildi, sonra bu anlık irkilmenin Başar’a nasıl geçtiğini bilmediği için biraz da utandı. O sırada ikisinin de birbirlerinden bağımsız olarak Aşk ve Gurur filmindeki o malum ve anlamlı sahne geldi gözlerinin önüne: Mr. Darcy’nin Ms. Bennet’ın eline dokunup ayrıldığı andaki irkilişiyle o kadar aynıydı ki o Simge’nin tepkisi..

Aynı şeyi düşündüklerinden habersiz biçimde birbirlerine baktılar. Konuşacak gibi olamadı ikisi de, sessizce ele ele yürümeye devam ettiler. Bütün sahili böyle yürüyüp bitirdiklerinde artık eve dönme vaktinin geldiğini fark etmişlerdi. Sarıldılar ve bir süre öyle kaldılar. Bu bir iki dakika gerçekten paha biçilemezdi.

Siteye döndüklerinde herkesin uykuyla çoktan buluşmuş olduğunu gördüler. İçerideki parkta biraz oturup evlerine öyle girmeye karar verdiler. Simge söze başladı ve “Deniz börülcesini bitirmiş olsaydın çok üzülecektim, biliyor musun?” diye sordu Başar’a. Başar’ın cevabı hikayelerinin anahtarı gibiydi aslında. “Sonunda böyle olacağını bilseydim bitirebilirdim aslında biliyor musun, ayrıca karidesler de çok güzeldi söylemeden edemeyeceğim.” dedi. Simge pek anlayamamıştı, “Nasıl yani?” diyerek ikinci sorusunu yöneltti. Başar da altında mesaj yatan ama başta anlamayı reddettiği cümlesini Simge’ye hatırlatarak o cümle olmasaydı elini tutmaya cesaret edemeyeceğinden bahsetti. Bu cevap ikisine de hem mutluluk vermişti hem de oldukça komik bir durumu ortaya çıkarmıştı. Çekingenlikleri hakkında biraz daha konuştular sonra, fazla devam ettirmedikleri için içten içe sevince boğularak.

Saat oldukça geç olmuştu artık, hem yatma vakti gelmişti hem de sitenin tam ortasındaki parkta biraz daha kahkaha atmaya devam ederlerse komşulardan birisi çıkıp çalı süpürgesiyle kovalayabilirdi onları. Ayrılmayı hiç istemeseler de kendi sokaklarına geldiler. Sarılıp vedalaştılar. Simge içeri girerken Başar’dan gelen gecenin son cümlesi ise belki de bu ilişkinin yapıtaşının biraz ekşi, biraz da tuzlu, yeşil bir bitki olacağını hatırlattı onlara ve istemsizce kahkaha attırdı:

“Ben deniz börülcesinin yerinde olsam ve konuyu buralara kadar getirebileceğimi bilsem, üstüme sorumluluk almamak için mutlaka kaçacak bir yol bulurdum. Yani sanırım.”