Yazar: Furkan Ali Küçük
Editör: İpek Çakmak
Görsel Tasarımı: Pelin Nur Karabay

Hüseyin
Hayatımın kontrolünün tamamen bende olduğunu düşündüğüm yıllar vardı. Artık yok. Üniversiteyi kazandığımda mahallede küçük dağları ben yaratmışım gibi gezindim bir süre. Koşulların getirdiği iradesizlikten olacak ki zamanla geleneksel aile yapımızı unutmuştum. Ailemin kapısını çalmadan evimize giren bir hastalık yüzünden hayatımın nasıl değiştiğinin hikayesi belki de bu. Şimdi kimsin diye soranlara, “Pazarcı Hüseyin” diyorum. Namım böyle artık. Yaşım yirmi sekiz. Sivas doğumluyum. Babam öğretmen olmamı istedi. Oldum da aslında. Bakmayın pazarcı dediklerine, Samsun’da okudum okulu, 19 Mayıs’ta… Babam düşünce yatağa, anam çağırdı, “Kalk gel oğul!” dedi. Valize sığdırdığım hayallerimle gittiğim Samsun’dan boş bir çekçekli ile geri geldim bir bahar gecesi. Babamın yerine pazara çıkmaya başladım. Alışıktım. Çocukken de hep yardım ettim ona. Meyve tezgâhında sert ve sapsarı ayvalar satar, ara ara golden elma da satmaya çalışırdım. Geçen ay kız kardeşim Elif’le birlikte tezgâh için mal almaya hale gittik. Gittik gitmesine ama ateş gibi el yakıyor fiyatlar. Elde avuçta olmayınca birkaç hafta boş geçtik pazarı. Eve ekmek girsin diye borç aldım bir arkadaştan. Ertesi hafta, halden patlıcan ve kabak almaya niyetlendim. Biraz daha kolay satarım, elim güçlenir diye düşündüm. Doğru da düşünmüşüm. O gün Sivas’ın Cumhuriyet Mahallesi pazarında olağanüstü bir kalabalık ile karşılaştım. “Kabağa gel, kabağa! Abla bak bak, bundan iyisi Şam’da kayısı!” diye başladım bağırmaya: Kilo 5 lira! Birden durdum, bütün bu pazar çığırganlıkları arasında bir kadınla göz göze geldim. Nilay Öğretmenim, edebiyat öğretmenim. “Hüseyin, yavrum, kolay gelsin.” dedi, boğazındaki yumruğu gizlemeye çalışsa da ses tonundan anladım. “Hani Samsun’da değil miydin?” O an, benim başka bir hayatım mı olacaktı, diye kafamın içinde sesler yükseldi. Nilay Öğretmen pazarın sokağından uzaklaştı gitti, o gitti ama ben orada kaldım. Ne geri dönebildim ne de devam edebildim. Yıllardır kafamın içinde savaştığım bu kara buluta, nihayet bir noktada karşı koydum. Neden geri dönmedim, dönemedim, bilmiyorum. Kurduğum düzene zamanla alıştım galiba. Hayatın planı içinde kendi düzenimi ancak geri döndüğüm yerde kurabildim. “5 lira, 5, 5, 5 “, “Kabak var, tatlı kabak!”…


Pamuk
Baba, dedi abim, “Dur biraz, dinle beni.” Pamuğum haklı, diye ekledi. Kimsesiz, körpe Pamuk. Gitmek istiyorum, diyemedim, içimden geçirip durdum. Belki de yüz ifademe yansımış olacak ki, babam anlamıştı. Asık bir suratla bana doğru baktı babam. Çatallaşmış sesiyle, “Pamuk kızım, yüreğim, gönül çehrem…” dedi ve yutkundu. Annem odanın tüm aydınlığına rağmen kararmış yüz ifadesiyle verniği gitmiş ahşap dolabın kenarına getirdi bavulumu. Yere hışımla çarptı. Çıkan ses, kulaklarımda ömrüm boyunca yankılanacaktı. “Gitmek istiyorsa, üç beş eşya koydum bavuluna.” dedi annem. Yüzüme bile bakmıyordu. Abim yıllardır kahrımı çekmiş olsa da hep çok sevdi beni. Annemi ve babamı ikna etmeye çalıştı o gece. Abim konuştukça, annem daha da sinirlendi. Odadan çıktı, hışımla çarptı kapıyı. Ağacımın, babamın ağladığını gördüm. Evden, köyümden gitmek kolay değildi. Başıma gelenler bunu gerektirdi. Hayatın anlamını okuduğum kitaplarda aramaya başladığımda on beş yaşındaydım. Tek renk olmaktan sıkılmış bir kadındım aslında. Köy halkının hal ve tavırlarında kötü niyet aramasam da hep dışlanmaktan, ötekileşmekten yorulmuştum. O gün, bavulum ellerimde, pastellerden maviydim. Gökyüzünü arkama almış ilerliyordum. Çocukken hissettiğim o kara ve acı kırmızı değildim artık. Baskılanmış ruhum kendime fısıldayarak attığım t tüm adımlarda yanımda olmuştu. Gizli gizli içtiğim sigaraların sebepleri olanlardan uzaklaşıyordum. Bir tek abim kapıdan yolcu etti beni. Yolcu ederken de şunu ekledi: Uzaklaşmak bize iyi gelecektir. Gizliden annemin başörtüsünü almıştım, astım boynuma. Bana baskıladığı hayatı, boynuma asıp yeni bir hayat kurmaya adım attım. On dokuz yaşındaydım. Abimin cebinden son bir dal aşırmıştım o gece. O sigara ilk değildi, son da olmadı zaten. Sonra ciğerlerim söndü ben yaş aldıkça. Sigara içtikçe hastalandım. Ciğerlerimden ziyade, aslında kafamın içinde dönüp duran bir şey var. Gittiğim o gün, elini öpüp koklayamadığım annemin yüzü var. Bütün ömrü hayatım boyunca küçücük bedenimden daha fazla olduğumu anneme ve dünyaya haykırmak için uğraştım. İşin aslı, hayatın çetrefilli yollarındayken bunun hakkında pek düşünebilme imkânım da olmadı. Annem de babam da adımı bile unuttu belki de. Yüzümü hatırlamadıklarına eminim. Kederlerinden silmiş olacaklar beni, telefonlarıma bile çıkmıyorlar. Hastayım. Son yıllarım artık. Her gün ilaç kokularının uyandırdığı bir hastane odasından insanlara sesleniyorum. On dokuz yaşında kendi dünyasını yaratan bir küçük kız çocuğu olarak görüldüm. Fazlasıydım. Haykıramadım.

Adil
Babam öldüğünde on beş yaşındaydım. Annemin yalnız kaldığı bir dünyası vardı. Üç erkek ve bir kız çocuk ile o dünyada hayatta kalmaya çalıştı annem. Teyzem annemin diğer yarısı gibiydi. Onun ellerinde, dualarıyla büyüdüm ben. Yaş aldım, okula gittim. Okudum, annem ve teyzem için elime mürekkep değdi. İstanbul’a, şehre taşındım. Günlerden yağmurun durmadığı bir gün annem aradı. Bir şey gönderdik oğul, dedi. Birkaç gün sonra hışımla evden çıktım, postanenin yolunu tuttum. Sirkeci Merkez Postanesi’nin diğer postane kapılarından farkı olmayan kapısından içeri girdim. Güvenlik görevlisine bana gelen postayı almaya geldiğimi belirterek beni vezneye yönlendirmesini istedim. Bu davranışım yeterli olmamış olacak ki, ona vücut dilimle tekrar seslendim. Günlerdir duyumsamakta zorluk çektiğim cama yansıyan yağmur sesine odaklandım. Veznede sıranın bana geldiğinden habersiz, yağan yağmurun sesine dalmışım. Yanıma gelen güvenlik görevlisi bana bakarak kafasını vezneyedoğru işaret edince anladım. Vezne “Adil bey, size Çamdarlı köyünden, Ayşe Çamdarlı’dan bir belge gelmiş.” deyince yüreğim sıkıştı. Bir şey olmuş olacak ki teyzem belge göndermiş. Soğuk postane duvarlarının yüzüme vuran rutubetiyle açtım belgeyi. Teyzem, neyi var neyi yok bana bırakmış. Daha ölmeden. Yıllardır elini öpmeye gidemediğim teyzem. Çocukluğumu kollarında büyüten teyzem! Adımı da Ayşe teyzem koymuş zaten. Yıllardır gülüşünü duyamadığım çiçek saçlı teyzem! Postane merdivenlerinden küçük adımlarla inerken, çocukluğumun yazlarında teyzem ile tarlamızın az ötesindeki nehirden akan sudan kana kana içtiğimiz soğuk su geçti boğazımdan. Postane kapısından çıktıktan sonra, ruhumu kaplayan hüzün tutup geri attı sanki içeri beni. Güvenlik görevlisine yüzüne dalgın dalgın bakarak “Telefon, telefon!” dedim. Sağ işaret parmağıyla köşede duran sırayı gösterdi. Sıranın en arkasına geçtim. Bir saat ya bekledim ya beklemedim, köyümü, evimi aradım hemen. Annem açtı telefonu. Ben daha, alo, demeden, arkadaki konuşmaları duydum. “Susun, susun, söylenmeyin” diyordu bir ses. Bir erkek sesi. Sanki kendi aralarında bir cenaze ya da devlet hastanesinin beyaz soğuk duvarları arasında gizli kalması gereken bir konuşma yapıyorlardı. “Anne” dedim. Duydu sesimi. “Oğlum” diye ağlamaya başladı, gitti, diye ekledi. O an anladım. Kara renkli ahizeye sıkı sıkı sarıldım. Yüreğimin ortasına teyzemle birlikte karaçama kurduğumuz salıncak devrildi.