Editör: İpek Çakmak
Görsel Tasarım: Yelda Özcan
İlk geldiğim günlerde birisi söylemişti bana, buranın İstiklal Caddesi La Rambla’dır, diye. Ben de o günden beri kafamda öyle bellemişim ki kime anlatsam, göstersem “Burası da buranın İstiklal Caddesi…”diye başlıyorum. Şehrin ana meydanlarından Plaça Catalunya’yı sahile, limana bağlayan bir cadde burası. Eskiden dereymiş, öyle diyorlar; kurumuş herhalde. Hani bizim taksimdeki bu ışıklı oyuncağı lastik gibi bir şeyle metrelerce yukarı atan amcalar var ya, onlardan bu caddede de var hatta. Yürürken burnuma gelen waffle kokuları yok mu canımı çektiren… Ama biliyorsun ki, hayatında aldığın en pahalı waffle olmuş olacak. Yürümeye devam ediyorsun sonra. Caddenin sağında solunda bir sürü bar, gece kulübü de olunca buradan ayık baygın kaç kere geçtim kim bilir. Hatırlıyorum da bir gece eve dönerken bu caddeden otuz – otuz beş yaşlarında adamlar sıra sıra bana bir şeyler söylüyorlardı. Yav anlamamıştım, ne istiyorlar benden. Sessizce yanıma yanaşıp karmakarışık kelimeler mırıldanıyorlardı. Kimisi bira, kimisi ot satıyormuş gizliden gizliye…
İlk kez burada görmüştüm galiba kırmızımı. Sangria… Koca koca bardakların içinde duruyordu. Sangriayı nasıl tarif etsem bilmiyorum. Kırmızı şarap; portakal, elma gibi meyve karışımını şeker ya da balla tatlandırılıp içine de rom gibi kuvvetli bir içki koyuyorlar. İçerken çok hafif geliyor, ama etkisi fena sayılmaz. Meyve suyu gibi bir – bir buçuk litrelerde satıldığı için de soğuk soğuk, lıkır lıkır gidiyor. Hemen hemen bütün barlarda hem kadehte hem de ortaya sürahi şeklinde alabildiğim sangriayı markette ucuz fiyata görünce çok sevinmiştim. Her akşam yemeğimde bana eşlik etmeye başladı. Burası da Akdeniz ülkesi olunca, markette ya da mutfakta aşina olduğum şeyleri görüyorum. Yeşil mercimek yemeğinin bize ait olduğunu nasıl da düşünmüşüm. Fasulyeler, nohutlar, pilavlar… Aradığım her şeyi marketlerde bulabiliyorum. Üstelik ekmekleri de lezzetli. Ekmeksiz doyamayan birisi olduğumdan burada birbirinden taze ekmekleri tattığımda aldığım haza inanamazsınız.
Yöresel yemeklerden en çok gördüğüm paella ve tapas. Paella; pilavın üstünde midye, istiridye, karides gibi deniz mahsülleriyle beraber genişçe bir tavada pişirilip, pişirildiği tavada yenilen tipik bir yemek. Kökeni Valencia’ya dayanıyor. Hatta orda deniz ürünleriyle değil, sebzeli ya da etli yapılıyormuş. Valencia’ya gittiğimde orijinalinden yemek istemiştim; ama malum İspanyolların öğle arası düşkünlükleri yüzünden açık dükkân bulamayıp, soluğu bir Meksikan restoranında almıştık. Aynı şeyleri tekrar tekrar yemektense farklı şeyler denemeyi seviyorum. Bir gün Sitges’te karnaval günü bir arkadaş grubuyla paella yemeğe gittik. Ortaya üç koca tepsi, her biri diğerinden farklı paella söyledik. Benim önüme düşen simsiyahtı, eh önümde olduğu için ondan başladım ama sonra tadının diğerlerinden de güzel olduğunu fark edip kendimi tavanın dibini sıyırırken buldum. Bana çok sonradan başka biri söyledi ki, ona siyah rengini veren mürekkep balığının mürekkebiymiş. Mürekkep balığı demişken, bir gün yine her şeyi deneme isteğim karşıma çok zor bir tabak çıkarmıştı: Sepia. Yani böyle iyi pişmemişti büyük ihtimalle, bitiremedim de zaten; ama bence şöyle Türk usulü domates ve soğanın ortasında bir kavursak tadından yenmez.
Tapa dediğim şeyin de aslında bizdeki karşılığı meze oluyor. Daha çok kızartma üzerine olan tapalar arasında patates, patlıcan, mantar, kalamar, tavuk, köfte gibi aslında küçük küçük ürünler yer alıyor. Sadece tapa yiyerek öğününüzü atlatabilirsiniz. Vermut, buraya ait geleneksel kelimelerden öğrendiğim ilki sanırım. Hem tarçın, kakule ve çeşitli baharatlarla aromalandırılmış bir beyaz şarap çeşidi olan vermut aynı zamanda İspanyolların yemek hazırlarken ya da iki yemek arasında atıştırdıkları zaman dilimi anlamına da geliyor. Annem yemek hazırlanırken gizliden gizliye bir şeyler atıştırdığımı görse herhalde hazırladığı yemeği bitirinceye kadar başımda beklerdi. Burada öyle değil işte, açlıklarını bastırmak için tuzlanmış karides, guacamoleye bandırılmış cipsler yiyip bira içerek yemeklerini hazırlıyorlar.
Barcelona’dan bahsediyorsam herhalde gece kulüplerini anlatmasam olmazdı. Bütün gece boyunca birbirinden eğlenceli şarkılarıyla hiç durmadan dans edebiliyorsunuz. Bir gün ‘sessiz disko’ dedikleri bir etkinliğe gittim. Koca koca kulaklıklar dağıttılar hepimize, ışıklı ışıklı. Üç farklı kanal var, her biri kulaklığa farklı renk ışık veriyor. Yani yeşil kulaklıklılar daha sakin takılırken kırmızılar zıplaya zıplaya coşabiliyor. Bazen bakıyordum, ya bu maviler ne eğleniyor, döndürdüm kanalımı maviye. O gece arkamdan görevli gelmiş, kapatıyoruz, diyor. Saatlerce dans etmişim.
İspanyollar keyiflerine çok düşkünler. Çalışırken ağır ağır davranıp eğlenmeye gelince nasıl bu kadar enerjik olabiliyorlar, diyorsunuz. Öğle araları uzun, siestada uyumuyorlar. Bu, herhalde daha sıcak bölgelerde ya da Latin Amerika ülkelerinde yapılıyor olabilir. Uyumasalar da o saatte dükkanların çoğunu kapatıyorlar, tabii.
Söylentileriyle, gerçekleriyle yeme içme ve eğlence kültürü böyle işte Barcelona’nın. Ne Türkiye’ye çok yakın, ne de çok uzak.