Editör: İpek Çakmak
Görsel Tasarımı: Yusuf Ömer Çakır
Gündüzleri sesin içinde kaybolmayı severdim. Geceleri de çok uzun olmamakla birlikte yürüyüşlere çıkmayı tercih ederdim; ama en çok, çocukken Çiftlik Caddesi’nin tam ortasında L’opera adlı müzik dükkanının önünde içeriden gelen müzikle dans etmeye bayılırdım. Bizimkilerle her yaz bir haftalığına da olsa yaz tatilini Sinop’ta geçirirdik. O çıktığımız şehirlerarası yolculuklarda cam kenarına oturur, beyaz şeritli sonsuz asfaltları izlerdim. O zaman bana farklı gelirdi. Çizgi filmlerde gördüğüm asfaltlar gibi bir şeydi sanki.
Sinop’a gittiğimiz son yaz, dedem aniden hastalanmış ve eve dönmemiz gerekmişti. Teyzemler dedemi hastaneye kaldırmış, sonra da bizim gelmemizi beklemişlerdi. Tatilden döndüğümüz son yaz gecesi, bizim ailenin en uzun gecesiydi. Ne sonsuz asfalt yollar ne de kulaklarımda çınlayan müzik kalmıştı. Ağustos ayının en sıcak günüydü sanki o gün. Dedemin öldüğü gün. Yıllar sonra aklım başıma gelecekti belki; ama o gün salonun ortasında bir önceki yaz dedemle birlikte verniklediğimiz koyu ahşap sehpadaki aile fotoğrafımızdan dedem, hatıralar arasına karışacaktı. Fotoğrafta o kadar ifadesiz bakıyordu ki bana, sanki bütün suçlu benmişim hissine kapılmıştım. Anlayamadım. Babamın gelen misafirlerle ölüm harici başka konular konuşmak zorunda kalmasını izlerken, insanların yüzündeki samimiyetsizliği seyretmeye başladım. Dayıma kalan mirası düşündüğü gözlerinin içinden okunan Kamuran yengemin samimiyetsizliği ve mutfakta teyzeme yardım edermiş gibi yapmaya çalışmaları beni daha da sinirlendirmişti. Sinirlendikçe, dedemin fotoğrafında anlam arayışına çıktığım yollar uzadı. O gece çok uyku tutmadı.
Sabah olduğunda her şey başka bir hale büründü. Önceki gece dedemi kaybettiğimizi bile unuttum. Yataktan kalktığım gibi salonun en uç köşesinde, televizyonun karşısındaki kanepede karısıyla fısıldayarak konuşan dayımın dudaklarını okumaya çalıştım. Yengem, ifadesiz bir suratla bana doğru baktı. Önlerinde birer bardak çay. Koyu, tavşan kanı. Sanki keyif yapıyorlar. Çocuk aklı benimkisi işte, anlamadım bir şey, uydurdum. Mutfaktan “oğlum” dedi annem, “Al şu parayı, git dört ekmek al gel.”
Sokakta ilerlerken başsağlığı veren sesler kulaklarımdan akıp gitti. Hepsine efendice teşekkür ettim. Islanmış yüreğimi gizleye gizleye fırından eve doğru yola koyuldum. Özlem Apartmanı’nın sararmış zillerinden alttan üçüncü, yedi numaralı ziline bastım. Kapının açık olduğunu sonra fark ettim. Cenaze evlerinde kapı hep açık bırakılırmış. Ellerimdeki ekmekleri mutfağa bıraktım. Kahvaltı sofrası kurmuş bizimkiler. Benim iştahım yoktu. Teyzemin yeni demlediği karanfil tomurcuklu çaydan bir bardak içtim, yetti. Aklım hala salondaki fotoğrafta, ben dedeme bakıyorum, dedem bana. Kimse de demedi, ne yapıyor bu çocuk diye. O gün, o fotoğrafa bir söz verdim, yıllar sonra tutmak için.
Büyüdüm. Yıllar sonra, otuzlu yaşlarımda televizyonun karşısında oturmuş çok sevdiğim diziyi izliyordum. Ekranda ağlayan kadının elinde beyaza boyanmış ahşap çerçeve ve içinde 90’lı yıllardan kalma hafif sararmış bir fotoğraf gördüm. Uzun uzun baktım. Ekran başka bir sahneye geçmiş olsa da gözümün önünde o fotoğraf belirip duruyordu. Birden çocukken, dedemin evinden çaldığım aile fotoğrafı geldi aklıma. Elim hemen telefona gitti. Annemi aradım. Heyecanlıydım, anlatmaya çalıştım; şurda ya da burda olabilir, gibisinden bir şeyler mırıldandı. O gün evi didik didik ettim. Bulamadım.
Bir sabah erkenden kalkmış, kahvaltıdan sonra dışarı çıkmak için hızlıca üstümü giyinmeye yeltendim. Kıyafet dolabının hemen üstünde eski çocukluk kıyafetlerimi ve bazı gereksiz bulduğum eşyaları koyduğum birkaç hurç vardı. Gözüm mavi çarşafla sarılmış olana takıldı. Balkondan küçük merdiveni aldım ve hemen hurcu indirdim. İçini boşalttıkça ne kadar gereksiz şeylerle evi doldurduğumu fark etmiştim ki eski DVD’lerimin hemen üstünde fotoğrafı gördüm. Günlerdir bu aile fotoğrafının izini sürüyordum. Kafamdaki eskizi gibiydi. Aynısı. Böyle bir şeyi neden oraya saklayıp sakındığımı hatırlamıyorum. Belli ki ona yüklediğim anlamı ya zamanla kaybettim ya da görmek istemediğim yüzler vardı. Halının üstüne çöktüm. Bitirmesi zor bir hikayeyi okur gibi o gri, kenarları katlanmış fotoğrafa baktım. Öyle huzurlu bir fotoğraf değildi benim için; ama yine de onu bulduğuma sevinmiştim.
Şimdi. Dedemi kaybettiğim yaşımda bir oğlum var. Onun da adı Hasan. Dedemin adı. Balkonda oturmuş, korkuluklara doğru yaslanmış sokakta top oynayan çocukların bağırışları eşliğinde geçenleri izlerken o günleri düşünüyorum. O gün cenazeye gelenlerin çoğuyla görüşmüyoruz. Dedemin evi satıldı. Ordu’daki tarla satıldı. Yazlık satıldı. Sözde kardeşlerin hepsi, kendi paylarını tek celsede cüzdanlarına koydu. Evdeki eşyaların paylaşılması sırasında, babamdan gizli aile fotoğrafını çantama attım. Hiç kimse o fotoğrafı merak edip sormadı. Aklıma tekrar gelene kadar ben bile sormamışım hatta. Şu an oturma odamızın salonunda çiçeklerimizin yanı başında zigon sehpanın üzerinde duruyor. Çiçeklerden bir bahçe içerisine koydum onu. Dedemle her karşılaşmamızda gülümsüyormuş gibi geliyor bana. Bunca yıl anlamı bir fotoğrafta aramama rağmen aslında dedem, bana huzurlu bir yuva betimlemesi çekmiş.