Yazar: Gülcan Şahin
Editör: İpek Çakmak
Görsel Tasarımı: Pelin Nur Karabay

Herkesi, fotoğraflarından gördüğümüz kadarıyla hatırladığımız bir dönemde yaşıyoruz. Gerçekte nasıl gülümsediğine dikkat etmediğimiz birinin fotoğrafındaki duruşu hafızamızda daha kalıcı. Hangi fotoğrafın gerçeği yansıttığı konusundaki fikrimiz ise ön yargıdan ibaret. Güzel olduğumuza inanmak için fotoğraflarda nasıl göründüğümüze bakar olduk. Fotoğraflarda iyi görüneni öylesine kanıksadık ki gözümüzle gördüğümüz şeyler daha aldatıcı gelmeye başladı. Tüm bunlarla birlikte, görüntünün hissinden yoksun bırakır olduk kendimizi. Galerimizde onlarca kopyası olan bir manzara fotoğrafı için harcadığımız çaba bizi “an”da kalmaktan alıkoydu. 

Feuerbach, fotoğraf makinesinin icadından yalnızca birkaç yıl sonra şöyle demiş: Bu çağ görüntüyü şeylere, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, görünümü varlığa tercih eder. Bir 19. yüzyıl filozofonun o zamanlarda endişe duyduğu “görüntü” şimdi hepimizin hayatı için büyük bir tuzak olmuş durumda. Fakat elbette, ben buraya bunları anlatmak için gelmedim. Bu denli kalabalıklaşmış ve bayağılaşmış görüntü yığınının arasında hala içinde duygusu saklı olan fotoğrafları, fotoğraflara yansıyan varlıkları, fotoğrafı varlığının ispatı gibi kovalayan anı koleksiyoncularını, yani gerçeği anlatmaya geldim.

Tüm fotoğraflarda “memento mori” özelliği vardır, yani hepsi ölümü akıldan çıkarmamaya yarar. Ölümü hafızamızda sürekli diri tutan fotoğrafın, başlangıçta anı ölümsüzleştirmek amacı ile çekilmesi hayatın bize tuhaf bir ironisi değil de nedir? Artık hayatta olmayan birini hep en güzel güldüğü fotoğraf ile hatırlayacak olmamız, yoldan geçerken çektiğimiz bir fotoğrafa baktığımızda hep o yoldan tekrar geçiyormuş gibi hissedişimiz ya da zihnimizi ne kadar zorlasak da bir fotoğrafı ne zaman çektiğimizi hatırlayamayışımız; fotoğrafın hafızamızın bir dışa vurumu olduğunu düşündürür bana hep. Güçlü ya da zayıf, önemli ya da önemsiz, kalıcı ya da geçici…

Bir şeyi kalıcılaştırmaya değer buluşumuz aslında doğrudan bizim yansımamızdır. O şey bir gün batımıysa gün batımısınızdır, dostsa dost, çöplükse çöplük. Hepsi zaptedilmiş bir an’dan gelen bu parçalar ile kendimize, hayatımıza, dünyaya önem vermişiz gibi hissederiz. Öyledir de. Fotoğraf en özünde dünyayı biriktirmektir; sadece yaşamak değil, yaşamı elinde tutmaktır. Biricik varoluşumuzun gerçek olduğuna ikna ediliş biçimimizdir. 

Yalnız başınıza yürüdüğünüz yolları bilirsiniz, başkaları ile yürüdüklerinizden çok daha kalıcıdır hafızanızda. Çok daha dikkatli bakmışsınızdır çünkü oralara. Boynunda bir fotoğraf makinesi ile dolaşmak da böyledir, sanki tüm dünya, her şey, asfalt bile ölümsüzleştirilmek için oraya konulmuştur. Ve öylesi yollara, öylesi anlara bir kez alışınca daha fazlasını -hep daha fazlasını- görmenin yolu da açılmış olur. Yani bir nevi daha fazla görüntü elde etme amacınız daha fazla yaşama arzusuna dönüşmüş ve size hayat üfler olmuştur. 

İşte fotoğraf bunların tümüdür: yansımamız, gizimiz, anlatamayacaklarımız, biricik hayatımız! Beğeni sayılarımızdan öte, zamandan öte, bir kitabın arasında unutulmuş bir kareden öte her yanımızı sarmış halde bizimle birlikte büyür, yalnızca bizimle birlikte ölmez. Zaten koskocaman olan şu dünyaya bir de onun kalıcı kopyalarını eklediğimiz bu serüven, hem akıl almaz derecede büyük hem de en uzağın bile gözümüzün önünde durduğu kadar küçüktür. 

Kendi hayatının eli silahlı kahramanı gibi deklanşörde yürüyenler beni zaten anladı, maddi dünyayla arasında sancılı ama kalıcı bir köprü kuranlar da. Bulmayı beklemeyip aramaya yeltenenler, herkes, hepimiz dert etmeye gönüllü olduğumuz şeyler ile bir aradayız. Üstelik hiç de yabancı değiliz birbirimize. Baktığımız her yerde, bir binayı çekerken kadraja sığan diğer kimseleriz. Kopyaladığımız görülmeye değer her şey ile, görüntünün aslı ve ruhu ile, varlığımızı ispat ede ede anlamlandırmaya devam edeceğiz bir yerlerde… Ve hep bir ağızdan aynı şeyi söyleyeceğiz:

Gülümseyin, çekiyorum!