50’liler Mimarlığı

Yazar: Çağla Keleş
Editör: Gizem Köroğlu
Görsel Tasarım: Şebnem Balım

50’li yılların hem Türkiye hem de dünya açısından çok kritik bir dönem olduğu söylenebilir. Şöyle ki; bu yıllar, 20. yüzyılın başlarından itibaren süre gelen modern mimarlığın tüm dünyada yayılıp üne kavuştuğu, aynı zamanda da bu popülerliğinin yavaş yavaş sönmeye başladığı dönemin başlangıç yıllarıdır. Modernizm ise, 1900’lü yıllarda başlayıp 60’lı yılların başına kadar kendini çok net bir şekilde sanatın her alanında hissettiren bir akımdır. Mimarlık açısından bakıldığında bir dönüm noktasıdır. Çünkü mimarlığın bugünkü şeklini alması yolunda ilk adımlar bu akımla birlikte atılmıştır. 50’li yıllara gelindiğinde artık modern mimarlık anlayışı özellikle Amerika olmak üzere tüm dünyada yayılmış ve büyük bir üne kavuşmuştur. Bu dönemde göz önünde bulundurulan en önemli konu, her şeyin özgün, sade ve amacına uygun kullanılmasıydı.

Aslında bu yılları dönemin ünlü mimarlarından birisi olan Mies Van Der Rohe’nin “Less is more” cümlesi en iyi şekilde anlatmaktadır. 50’li yıllarda tamamıyla her şeyi sadeleştirme mimari bir zorunluluk haline gelmiştir. Artık geleneksel malzemelerden vazgeçilip endüstriyel malzemeler yoğunlukla kullanılmaya başlanmıştır. Yine “Fonksiyon formu yaratır” görüşü de bu dönemde oluşmuştur. Kapalı ve sabit iç mekanlardan vazgeçilip hareketli, esnek, özgür ve ışığı maksimum alan mekanlar oluşturulmaya başlanmıştır. Sadece tuvalet ve banyonun kapalı duvarlar içinde olduğu, hatta bazen onların bile kapanmadığı açık alanlar oluşturulmaya başlamıştır. Bütünüyle cam cepheyle çevrili yapıların yapılması da yine bu dönemdedir. Bu açıdan bakıldığında, her şeyin başlangıç ve değişim noktasıdır bu yıllar. 

Mimarlar arasında bugün bile malzemenin özgün rengi ve dokusunun kullanılması güzel bir estetik algı oluşturmaktadır. 50’li yıllarda ise bu bir ilke olmuştur. Makineleşme ve sanayileşmeyle birlikte bu alanlarda kullanılan malzemeler artık mimarlığa da girmiştir ve beton, çelik gibi malzemeler kendi özgün renkleri ve dokusuyla kullanılmaya başlanmıştır. Mimaride artık verilmek istenilen algı mekanın yüksekliği, yüceliği, süslülüğü veya formu değil; malzemenin kullanımı, mekanın esnekliği, hafifliği ve sadeliği olmuştur. 

Burada küçük bir açıklama eklemek gerekirse, sadelik olarak söylenen şey süsten ve oyunlardan tamamen uzaklaşmaktır. Çünkü bu dönemde artık süsleme yapmak ciddi bir suç olarak görülmektedir. Buna bir örnek ise ünlü mimar Adolf Loss’un dönemine damga vurmuş “Ornament is crime” sözüdür. Modernizm öncesinde Tanrı’ya ulaşmak için yüksek kiliseler, şaşalı ve gösterişli yapılar yapılırken; modernizmle beraber artık insan ön plana çıkmış ve sadeliğin verdiği estetik algısı kullanılmıştır. Örneğin, Le Corbusier’in Villa Savoye isimli yapısı dönemin en önemli simgelerinden biridir. Çünkü bu yapı, açık ve esnek bir plan ile cam cephelere sahip olan ve zemin katın tamamen boşaltılıp kolonlar üzerine kurulduğu bir yapıdır. Bu o döneme kadar eşi benzeri görülmemiş bir yapıdır. Bunun yanı sıra verilebilecek bir başka örnek ise farklı örneklerini farklı mimarlardan gördüğümüz “Glass House” yapılarıdır. Bu yapılar tamamen cam cephenin çevirdiği bir düzlemin olduğu ve iç mekanda neredeyse ayırıcı duvarın olmadığı bir mimari türdür. 50’li yılların en popüler yapısı olduğu söylenebilir. 

Ülkemizde bu tür yapılara verilecek en ünlü örnek ise AKM, bilinen adıyla Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’dir. Burada bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Birçok insanın AKM’nin eski bir görüntüsünün olduğunu ve hoş durmadığını söylediğini duymuşsunuzdur. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki AKM yukarıda bahsedilen ve tüm dünyayı kasıp kavuran akımın Türkiye’deki en canlı örneğidir. Klasik Türk üslubunun dışına çıkılarak uluslararası bir stilin benimsenip hayata geçirildiği modernizmin en önemli simgelerinden biridir. Aynı  50’li yılların yalın ve işlevsel anlayışının sonuna kadar kullanıldığı bir mimarlık örneğidir. Her mimari akım değerlidir çünkü her biri tarihe yön vermiş ve bugünü oluşturmuştur. Bu yüzden hiç kuşkusuz modern mimarlık anlayışının da bugünün oluşmasında katkısı büyüktür. Nitekim bugün bile etkisini sürdüren postmodernizm akımı 60’lı yılların başlarında modernizmin işlevini yitirmesinden doğmuştur. Bugün Amerika’da görülen birçok gökdelen bu üslup ile hayata geçirilmiştir. Avrupa’da “Landmark” olarak görülen birçok mimari eser bu dönemlerde yapılmıştır. Yine AKM’nin de bu üslup ile yapılması ve Taksim’in simgesi haline gelmesi nedeniyle birçok mimar tarafından hayatının sürdürülmesi ve korunması gerektiğine inanılır. Günümüzde herkese normal görünüyor olsa da yapıldığı dönemde eşi benzeri görülmemiş bir tarzdı. Bu nedenle de her anlamda Türkiye’ye Batının getirdiği bir esinti niteliğini taşıyordu.

Fakat ne yazık ki, 50’lere kadar %20 olan gecekondulaşma 50 ve 60’lı yıllar arasında %80e çıkmış ve İstanbul bugünkü kötü görüntüsüne o yıllarda kavuşmuştur. Batı, modenizmle beraber işlevin ve fonksiyonun önemini vurgularken İstanbul’da bu durum “Başımı soksam yeter!” dediğimiz bir mimari anlayışa dönüştü. Bir yandan AKM gibi binalar yapılırken, diğer yandan bugün Perpa Okmeydanı arasında gördüğümüz o muhteşem beton dizgini yapıldı. Bu sayede günümüzde İstanbul’un arka yüzünü bu modern(!) mimarlık örnekleri oluşturdu. Bugün de etrafta kalite ve tasarım ile alakasız, birbirinin kopyası ve İstanbul gibi köklü bir kültür geçmişine sahip bir şehrin tarihinden bağımsız binlerce yapı görüyoruz. Maalesef ki, ülkemizde bunun temelleri 50’lilerde atılmıştır.

Sonuç olarak, 50’liler modernizm akımının en kritik yıllarıdır. Bu akımın tüm dünya üzerinde birçok farklı denemesi yapılırken, bir yandan da başka mimari anlayışların ellerinde farklılaşarak diğer mimari akımlara dönüşmüştür. Bu akımın oluşmasındaki en büyük etken ise makineleşme ve sanayileşmedir. Sanayileşme ve gelişim, sanatın her alanında etkili olurken en çok mimarlığı etkilemiştir. Endüstri, mimarlığın ve insan yaşamının içine girmiştir ve mahremiyet bariyerlerini yıkmıştır. Öyle ki, bazı yapı örneklerinde tuvalet ve duşun duvarı veya kapısı dahi yoktur. Bu anlamda modernizm farklılığın, özgünlüğün, özgürlüğün ve insanın zincirlerini kırmasının en önemli adımıdır.