Yürümlemek

Yazar: M. Kağan Demirbaş
Editör: Gizem Köroğlu
Tasarımcı: ceren Engin

I

Kalp atışlarını biraz olsun dizginlemek ve kendine gelebilmek amacıyla nefeslenip yüzüne 2 avuç su serpti. Evet, şimdi her şey biraz daha bulanık. Gözleri çamur içindeydi sanki, her şey bulanık ve yapışık. Kaçmak istiyordu. Kaçmayı, bir süredir bulanımından kurtulmak için çare olarak görüyordu; sesleri görebilmek, gözleri duyabilmek, sözleri hissedebilmek için. Bulanımlar da karıştı görüyor musun? Binayı terk edip bir süre yürüdükten sonra, otobüs durağına doğru karşıdan karşıya geçerken direğin dibinde onu izleyen köpeği süzdü, “Her gün karşılaşıyoruz seninle, kardeş.” diyecek oldu, demedi. Köpeğin hırıltılarını görebiliyor, ağzından sarkan dilini duyabiliyordu. Yani, bir şeyler oluyor galiba. Duyuları da iyice allak bullak olmuştu. Göz kırptı köpeğe otobüse binerken. Köpek otobüse bindi, o kaldı orada. Hadi canım. Yok yok, bir an öyle hissetti ama makineden gelen dü-lüğ sesi otobüse binenin kendisi olduğunun farkına varmasını sağladı. Sakindi. Çeşitli kafa karışıklıkları… Ha, bir de hayatının dağınıklığı yetmezmiş gibi otobüsün içinde sallanmaktan dönen başı, el tutacaklarına çarpıyordu, yok böyle bir şey. Şoförün edası ve yolcuların gayretiyle arkalara doğru ilerleyip yeni bir boyuta geçti otobüste. Düşündü. Taksiye binmeyi özlemişti, arabasını sattıktan sonra, cebinde parası olduğu zamanlar bir taksi çevirip ön koltukta seyahat etmeyi severdi. Taksici muhabbet açmazsa susar, yolu seyrederdi. Haftada bir kaçamak olarak görürdü bu taksi işini lakin daha iki gün olmuştu taksiye bineli, daha fazla şımarmamalıydı. Kendisini çok şımartmaz, şımaranla arkadaşlık ederdi. O şımarabilecek bir adam değildi, kendince sorumlulukları vardı, haftada iki kere taksiye binmek de neydi? Gerçi gözlerinde çamur varken taksinin de bir farkı olduğu söylenemezdi, çünkü taksiye kıçı rahat etsin diye değil, yolu izlemek için binerdi ki artık yolu da göremezken bu sadece vücudunun alışkanlık göstermiş olduğu bir aktiviteydi. Koltuğundan ayaklanıp çoktan önüne geçmiş bastonlu teyzenin ardından, kendini otobüsten indirdi ve her zaman yürüdüğü kaldırıma adımını atıp bir şarkı mırıldanmaya başladı: “Venyuhyrbifore, kuldlukin yuay…”. Evet, bugün biraz duygusalız. Alışık olduğu yolu rota bilerek evine doğru yürümeye başladı. Mahallenin bakkal dükkanının önündeki taburede oturan bakkalı başıyla selamladı, durmadı. Arka sokaktaki süpermarket açıldığından beri bakkala da pek uğramaz ama süpermarket poşetiyle de bakkalın önünden geçmemeye dikkat ederdi. Bakkal yaşlı bir adamdı ama durumu iyiydi. Yıllardır mahallenin en istikrarlı bakkalı olarak sonunda tek bakkal olarak kalıp, kendine yetecek kadar birikimini yapmış; çocukları evlenmiş, birer iş sahibi olmuşlardı. Hayattan da pek beklentisi kalmış olamazdı artık. Ama onun vardı. Bakkalın paraya ihtiyacı yoktu. Onun vardı. Süpermarket daha ucuz, onunsa parası azdı. Kendini bunlara inandırmış, süpermarketten alışverişe alışmıştı. Bunları düşünürken kirayı yine geciktirdiği için ev sahibiyle karşılaşmamayı umarak evinin bulunduğu sokağa doğru köşeyi döndü. Sokak köpeklerinden zayıf ve kara renkli olanın yanından geçti ve kendisine ‘İyi akşamlar.’ dilemeyi es geçmedi yine. Zavallı köpekçik gözlerini ona çevirip, yorgun bir bakışla karşılık verdi ve önüne döndü. Köpekçik pısırık yetişmiş, pısırık kalmıştı bu sokakta. Zamanının çoğunu sağda solda yatarak geçiriyordu. Güçsüzdü, mahalledeki kedilerden de korkardı, bulduğu yiyeceği de kaptırırdı. Ben korkmamalıyım diye düşündü. Kendi kaybetmiş gibiydi ama toparlamaya da çalışıyordu. Korkmamalı, huzursuzluğunu içinde yaşayacağına, kalbinin içindeki boşluğu doldurmalıydı, iyi olacaktı. Bir şey yapmalıydı. Bugünkü kararını da böyle aldı işte. Bu hayatta, ancak tutkulu insanlar hayallerini yaşayabilirdi. İnsan mutsuzsa bir şeyleri değiştirmeliydi. Fakat hiddet de gerekiyordu ona biraz. Hiddetinden cesaret alıyordu. Bugün mesai bitiminde kararlı bir biçimde gözlerini kapatıp, sinirlendiği şeyleri düşündü. 2 dakika içerisinde nefes nefese kalmıştı masasında. Hazırladığı mektubunu alıp hızlı adımlarla ‘müdür beyin’ yanına çıktı, kapıyı tıklattı ve 4 adımda kağıdı masanın üstüne sakin denilebilecek bir hızla bıraktı. Kaşları çatıktı ancak yüzüne takındığı yalancı gülümsemesiyle gözünü kağıttan ayırmadan haftalardır söylemeyi hayal ettiği şu cümleleri takılmadan sarf etti: “Ben gidiyorum gayrı, yüzünü gören bulamaz hayrı. Yarın mutlu uyanacağım, kahvaltı edeceğim güneşe karşı.” Artık yeterince kafası karışmıştır diyerek odadan dışarı yürümledi, midesi bulanıyordu, kapıyı arkasına bakmadan gururla çekip tuvalete doğru yönelmişti. İnsan neden gurur duyardı ki, söyleyebilmekten gurur duymak da ayrı bir incelikti. Hissetmekten mi gurur duymalıydı yoksa söyleyebilmekten mi? Gülümsedi aklından geçenlere. ‘Lan!’ dedi kendi kendine, sustu. Kendine konuşmaya yorgundu. Merdivenleri çıktı ve kapısının önünde bekleyen ev sahibini gördü.

 II

Kendisini bekleyen ev sahibini gördüğünde sıkkın bir nefes aldı. Ev sahibi Rüstem Bey makul bir insandı. Kira vakti geldiğinde kiracısını sıkıştırmaz, ama ne kimsede parasını bırakır ne de kimseye borçlu kalırdı. Kira vakti geçeli henüz 4 gün olmuştu. Rüstem Bey bu kadar ‘aceleci’ davranmış olamazdı. Neticede kirasını genelde 1 hafta geciktirmiş olmasına rağmen kapısına kadar gelmemişti hiç. İş yerinden parasını alabildiği gün kirayı elden teslim etmişti şimdiye kadar. “Bekle bekle ağaç oldum, Murat Bey oğlum.” diye sitem etti Rüstem Bey Murat’ı görünce. “Be.. ben hep bu saatlerde gelirdim. ” diye biraz tedirgin bir cevap verdi. “Evden çıkarken ne saat ne de telefon almışım yanıma, bana geç kaldın gibi geldi.” dedi Rüstem Bey, ellerini iki yana açarak. Ekledi: “Ne duruyorsun evladım.” Kapıya doğru atıldı Murat, anahtarını çıkarıp kapıyı açtı. “Buyurun Rüstem Bey kendi eviniz gibi…” gülümseme eklemeyi unutmadı. Önden Rüstem Bey buyurdu, Murat ayakkabıları ayakkabılığa koyup kapıyı kapattı. Murat lafa giremeden Rüstem Bey, “Bizim evdeki çay soğumuş, yenisini demleyelim diye buraya geldim” dedi. Çay soğumuş? Bugün herkes birbirinin kafasını karıştırmaya çalışıyor olmalı. “Tabi tabi, siz geçin, ben suyu koyup geliyorum.” deyip mutfağa yöneldi Murat. Rüstem Bey eskiden yaşadığı evin oturma odasına geçip yola bakan pencereyi açtı, kendi kendine konuşmaya başladı: “Buranın da en güzel yanı bu penceredir. Akşam çökmeye başlasa bile güneşin son avuç ışığına kadar gelir buraya. Eskiden işten dönünce buraya bir sehpa atar hanımın getireceği kahveyi beklerdim.” Ses mutfağa yetişmeyince Murat, “Geliyorum Rüstem Bey, geliyorum.” diye seslendi yüksekçe. “Şimdi de senin çay getirmeni bekliyorum, haha.” yine duymadı. Biraz sonra Murat odaya döndü, karşılıklı oturdular. “Sesiniz mutfağa kadar gelmiyor.” “Gelmez tabi ki, telgrafla haberleşirdik biz hanımla oradan buraya. ‘Karnın da aç mı bey?’ ‘Bey, akşam komşular gelecek sen de kahveye gidersin.’ ‘Elektrik faturası geldi bugün, bey.’ Hey gidi günler. O zamanlar eve yorgun gelir, bir kahve içer, sonra da şurada koltukta kestirirdim.” “Çay da beş dakikaya olur.” “Sesim gür çıkardı o zamanlar, hanımla mutfaktan buraya sesleşirdik.” “A, anlıyorum tabi.” “Biz de gençtik oğlum biz de gençtik. Bizim de sesimiz çıkardı ama evde hanıma kadar. Dışarıda sesimizi pek çıkartmazlardı. Genç yaşta yuva kurduk biz, ailen olunca susuyorsun.” “Ben size bir su getireyim.” Ayaklanacak oldu. Rüstem Bey gülmedi. “Yıllarca çalıştık eve ekmek getirelim diye, çocuklarımızın boğazından haram lokma geçmedi, şükür.” Kafasını onaylarcasına salladı Murat. Bir müddet sessizlikten sonra “Hadi bak bakalım şu çaya.” dedi Rüstem Bey. Murat mutfağa doğru yürürken arkasından ekledi, “Su getirmeyi unutma, susuyor insan, haha.”

Rüstem Bey espri yapıyor, Murat’ın kafası karışıyordu. Tavrı hoşuna gitmiyor gibi de değildi ama Rüstem Bey pek sık gelmezdi böyle. En son gelişi üç ay önceydi. Alt kata akıtan tuvalet için usta getirmişti. Murat’ın davetlerine de icap etmemişti bugüne kadar. “Rahatsızlık vermeyelim oğlum, genç adamsın. Sen gel bize misafir ol.” der, geçiştirirdi. Bugünkü gelişini garipsemesi bundandı ancak şikayetçi de sayılmazdı. Tuhaf durumların içinde kalmaktan ‘genelde’ hoşnutluk duyar, can sıkıntısını bu durum arasında kaynatıp geçirmeye çalışırdı. Atıştırmalıklardan bir tabak hazırlayıp çayı bardaklara koydu. Tepsiyle beraber içeri döndü. “Çay soğumasın diye demliğin altını açık bıraktım Rüstem Bey.” “İyi etmişsin iyi. Eskiden pazar kahvaltısını arka balkonda semaver çayıyla yapardık biz. Güneş akşam bu taraftan battığı gibi, sabah da arka taraftan doğar. Bilirsin. Çay da odununu attıkça soğumaz semaverde. Hey gidi günler.” Eskiden? Galiba bu adam evini özlemiş diye düşündü. Ya da eskiyi özlemiş. ‘Acaba evi geri mi istiyor?’ ‘Kirayı yükseltecek de piyasa mı yapmaya çalışıyor?’ diye birkaç düşünce belirdi kafasında ama inanmadı onlara. Murat fazla konuşmuyor, Rüstem Bey anlattıkça anlatıyordu. Demliğin dibini göreli saat olmuş, Rüstem Bey’in eskiyi yadedişi bitmemişti. Bir süre sonra karnı da iyice acıkan Murat, Rüstem Bey’e, ‘Yemeğe kalacağı takdirde bir şeyler hazırlayabileceğini’ söyledi. Rüstem Bey, “Yok yok, hiç ona zahmet etme benim için. Hanım bekler beni evde yerim ben. Ben de kalkayım artık.” diyip ayaklandı. Murat bir an kötü hisseder gibi oldu ancak Rüstem Bey, “Hanımla atıştık bugün, dışarıya hava almaya diye çıktım ama yetmedi. Buranın havasını özlemişim. Seni de rahatsız ettim yahu kusura bakma. Zahmet verdik, teşekkür ederiz.” diye geliş gerekçesini de söyleyiverdi. Murat’ın içi rahatladı. Rüstem Bey yürümlerken Murat mahcup bir biçimde kapıya kadar eşlik etti, çay ve muhabbet için bir kere daha teşekkür edildi. Rüstem Bey evden çıktı. O merdivenleri inerken Murat elini sallarcasına kaldırıp, kendi kendine “Rüstem Bye” dedi ve gülümsedi. ‘Rüstem Bye.’

Radiohead – Karma Polic