Canavarın Karnında

Yazar: Aybars Özmen
Editör: Gizem Köroğlu
Tasarımcı: Sena Kuyucu

‘’Sen seninkine sahip olduğun sürece benim sahip
olduğumu öldürmelerinin sakıncası olmadığına karar
vermenden sonra mı? Bilmek istediğin bu mu?’’

Susannah Odetta Holmes

Übeydullah Hamid, 1989 yılında Ebu Kemal şehrinde dünyaya gelmiş, orada büyümüş, Fırat Nehri’nin iki yakasında bucaksızca uzanan güzel şehrinde çocuk gözlerine renk dolu gözüken yıllar geçirmişti. Güzel günlerin nasıl olduğunu bilirsiniz. Etrafınızı sarıp sarmalayan tüm o kokular ciğerlerinize dolarken sevdiğiniz insanlar orada bir yerlerde, göremiyor olsanız da yanınızdadır. Ardı arkası gelmeyecek gibi gözüken, bol keseden harcanan günler…

O günler, birbiri ardına güneşli geçmeye devam eder. Ta ki o koku harmonisi sizi terk edene kadar.

İşte o an, güzel günlerin bittiği fikrinin zihninizde ilk belirdiği andır. Şey gibi… Hayatınız avucunuzun içinden kayıp gideli çok olmuş, yalnızca siz fark edememişsiniz gibi. Gelecek olarak düşündüğünüz tarihler çoktan geride kalmış, avucunuzun içine baktığınızda gözünüzde canlanan yerler artık hatırınızdaki yerler değilmiş gibi…

Güzel günler Übeydullah Hamid için geride kalalı epey zaman olmuştu. Şimdiyse, 2013 yılı ağustos güneşi tenini yakarken, beraberindeki iki yüzü aşkın silah arkadaşıyla, genel mevcudu toplamda kırkı geçmeyecek ve çok önceleri çembere alıp öldürmüş olmaları gereken insanları takip ediyorlardı. Daha evvel karşılaştıkları askeri unsurlara benzemeyen bu adamlarla ilgili, bir ya da bir şeyler gerçekten ters gidiyordu. Geldiklerini kimse görmemişti. Haliyle kimsenin yaklaşma istikametleriyle ilgili fikri yoktu. Tek bildikleri, bir yıldan fazladır farklı farklı yerlerden gelen mühimmatların istiflendiği depoyu havaya uçurup kademeli bir geri çekilmeyle her nereye ulaşmaya çalışıyorlarsa oraya doğru yola koyulduklarıydı. Übeydullah ve beraberindekiler tam onları avuçlarının içine aldıklarına ikna oldukları anda, sıyrılıp daha geride bir yerlere tutunup ateşe devam ediyorlardı. Bir buçuk saatten fazladır süren bu kaçak dövüş, Übeydullah’ın iki gün evvel altında gururla sigarasını içtiği, rüzgârla dalgalanan taze bayrakları için çarpışan silah arkadaşlarına pahalıya mal olurken, bu adamlar gerilerinde dörtten fazla kayıp bırakmamışlardı.   

O mühimmat deposunun imhası, bölgede farklı aşiretler arasında giderek tırmanan gerilimde şüphesiz önemli rol oynayacaktı. Sahip olduğunuz şeyi korumak istiyorsanız, elinizde tuttuğunuz silahın kusacağı mermilere de sahip olmanız gerekir. Kural budur. Übeydullah, farklı kalibrede belki on bini aşkın mermi, plastik patlayıcı, hatta roketatar başlığı bile istifledikleri depo alanından yükselen alev topunu gördüğünde, onları bekleyen günleri karşılayacak güvencelerinin yerle bir edildiğini anlamıştı. 

İşte, tam da burada, yedi yaşlarında bir çocukken çıplak ayakla yorulmaksızın arasında koştuğu pamuk tarlalarında soluyup huzur bulduğu koku yerine, kuru toprak kokusu ciğerlerine doldu. Siper aldığı çıkıntının ardından tüfeğini eteklerinde mevzilendikleri tepenin zirvesindekilere doğrulttu. 

İki el ateş etti. 

Übeydullah Hamid, pek çok şey olabilirdi; ama beraberindekilerin çoğu gibi aptal değildi. Adı sanı olmayan bu adamların kime, daha doğrusu neye hizmet ettiği hakkında pekâlâ bir fikri vardı. 

O pis dillerini ve mide bulandıran iğrenç ellerini istedikleri zaman istedikleri yere uzatabileceğini sanan Amerikalılar… 

Karşılarındakiler de muhtemelen Amerika Birleşik Devleti hükümeti ile kâğıt üzerinde ilişkilendirilemeyecek silahlı, iyi eğitimli hayvan sürüsünden farksızdı. Gözleri, çok uzaklarda bir yerlerde ev dedikleri viranelere döndükleri zaman ellerine geçecek paradan ilerisini görmeyen insanlık dışı ve insanlık katili paralı askerler…

Übeydullah Hamid, üç el daha ateş ettikten sonra mermilerinin isabet etmesini istediği düşmanına doğru ‘’SEN ARTIK ÖLDÜN AMERİKALI!’’ diye bağırdı. 

Yeniden tüfeğini doğrulttu. Bir atış daha yapmak için nefesini düzene sokmaya çalışırken, nereden geldiğini göremediği bir mermi, ön dişlerini parçalara ayırıp ağzına girdi ve sol yanağının boynuyla buluştuğu yerden çıktı. Sırt üstü yere devrildi. Bilinci hala yerindeyken görüş alanını kaplayan gökyüzünün altında hissettiği son şey, toprağa dökülen kanının sıcaklığıydı. 

Übeydullah Hamid, kan kaybından gözleri kararıp ölüme adım atarken, Alfred Anton Wolfe, siper aldığı kaya öbeğinin ardında ‘’İngiliz. ‘’diye mırıldandı. ‘’Ben İngiliz’im.’’ 

Az evvel hiç bilmediği bir dilde kin dolu olduğunu varsaydığı bu haykırışın içinden sadece ‘Amerikalı’ kelimesini seçebilmişti ve tam da bu noktada aslında İngiliz milletine mensup olduğunu vurgulamanın isabetli bir davranış olacağı kanaatine varmıştı.

‘’Güzel atış Anton!’’ diye seslendi Gabriel. ‘’Diğerleri geride mevzilenmiştir. Çekilme zamanı. Haydi!’’

‘’Hayır, hayır Gabriel!’’ 

Son yüz elli metredir, Anton, geri çekilmekten ziyade geri sürükleniyordu. Bu durum, yıllar önce uyumamak için huysuzlandığında annesinin gıdıkladığı yerinden vurulmuş olmasından ileri geliyordu. Göbek deliğinin yarım karış solu…

‘’Merminin çıkış deliği var Anton! Şanslı Piç seni! Buradaki çiçeklere gübre olmayacaksın!’’

Pilotların ‘Hava Muhalefeti’ olarak nitelendirdikleri bahane demetiyle tahliye alanına yaklaşamayıp ikincil tahliye alanına yönelmesiyle işin rengi değişmeye başlamıştı. Farklı şehirlerde ‘Hayal Kırıklığı’ farklı farklı tanımlanıyor olsa da o an, Anton’un ‘Hayal Kırıklığı’ tasviri gövdenizde bir kurşun deliğiyle yoğun ateş altında elli metre kadar yürüdükten sonra bir o kadar daha yürümeniz gerektiğinin söylenmesiydi. Aynı durum iki kez daha tekrarlandıktan sonra, Gabriel, telsize helikopter mürettebatının annelerini oldukça yakından ilgilendiren şeyler kusmaktan kendini alamamıştı; fakat tıpkı oradaki herkesin bildiği gibi o da bir şeyin farkındaydı: O helikopter, mevcut görevi yerine getiren herkesin toplamından çok daha kıymetliydi. 

‘’Farkındayım prenses, canın yanıyor; ama duyuyor musun?’’ Sağ işaret parmağını havaya kaldırdı. ‘’Helikopter… Çok yaklaştık.’’

‘’Peki, sen bunu görüyor musun?’’ diye hırıldadı Anton, elini yavaşça yarasının üzerinden çekti. ‘’Bu sahneyi daha önce gördük. Helikoptere binebilsem bile üsse asla ulaşamam.’’

‘’Saçmalıyorsun. Bak, dramatik bir ölümün hoşuna gideceğini biliyorum; ama buna izin vermeyeceğim.’’

Anton, yakasını kavrayan Gabriel’i geri iteledi. ‘’Hayır Gabriel!’’

‘’Vaktimiz kısıtlı!’’

‘’Ben de tam olarak bunu söylüyorum.’’ dedi sakince, alnındaki teri sildi. ’’Eğer şimdi koşmaya başlayıp diğerlerine yetişmezsen o helikopterin sensiz de havalanacağını ikimiz de biliyoruz. Git buradan.’’

‘’Seni…’’

‘’Ben zaten öldüm.’’ Yan tarafına kayan tüfeğini göğsüne çekti. ‘’Bu mevkiiyi tutacağım.’’ 

Gabriel’in yüz hatları son duyduğuyla birlikte birbirine girdi. Ağzı, dilinin ucuna gelen kelimelerle açılıp kapanırken, kelimelerin biri diğerlerinin arasından sıyrıldı: ‘’Yapamazsın.’’

‘’Bu tepenin önü tırmanacağınız sırtı görüyor. Peşimizdekiler buraya elini kolunu sallayarak çıkarlarsa tahliye noktasını baskı altına alabilir, hatta helikopteri yaralayabilirler.’’

‘’Tepeyi tutmak…’’ başını önüne eğip gülümsedi. Anton, Gabriel’in yüzünü göremiyor olsa da dişlerinin gıcırdadığını duyabiliyordu. 

‘’On üç mermim var.’’

‘’On üç mermi…’’

‘’Ve beylik silahım.’’

‘’Tabii, o paslı demir çubuğu nasıl unuturuz.’’

‘’Git buradan.’’

Gabriel’in yüzündeki gülümseme kaybolurken gözleri kısıldı. ‘’Ya sen?’’

‘’Sanırım…’’ duraksadı. ‘’Kalan mühimmatla peşimizdekilerin hepsini harcayıp yürüyerek en yakın havaalanına gitmem gerekecek. İlk uçakla yanınıza olurum. Sence de dudak uçuklatacak bir hikâye olmaz mıydı?’’

‘’Bir gün o hikâyeyi okumak isterim.’’ Bir saniye olduğu yerde durdu. ‘’Hoşça kal Anton.’’

Gabriel arkasını dönüp koşmaya başladığında, Anton güçlükle duruşunu düzleştirdi ve bedenine ulaşmaya çalışan metal yağmurunu göğüsleyen kayanın kenarından birbiri ardına on üç el ateş etti. Mermilerinin gittiği yeri gördüğünde, az evvel AK-47 severler derneği mensuplarından birinin ağzına isabet eden atışı yapanın kendisi olduğunda şüphe etmekten kendini alamadı. Nefes düzeninin yokuş çıkan, altmışlarının sonundaki bir teyzeden farkı kalmamıştı. Uyuşmaya başlayan sol kolununsa her geçen saniye biraz daha şiddetle titremesine mani olamıyordu. 

Tüfeğini kenara bırakıp beylik silahını kılıfından çıkarttı. Gabriel’in, Anton’un elinde her gördüğünde ‘Paslı Çubuk’ diyerek kahkahalara boğulduğu Smith&Wesson altıpatları kullanabilmek için, silahını doğrultacağı hedeflerinin yaklaşmasını beklemek zorundaydı. Menzil…

Anton, önceden uzaklaşan helikopter sesi duymuştu elbette; ama hiçbiri bu denli iç burkan bir nağmeyle gitmemişti. Bir saniye… Uzaklaşan bir helikopter nasıl kasıtlı olarak iç burkan bir nağme yapabilirdi ki? 

Kan kaybı… Tabii ya! Acı, hareket kabiliyetindeki kısıtlanmalar, mide bulantısı, damakta kuruluk, aşırı terleme… Şimdi de işin ucu kafatasının içindeki, ömrü boyunca pek kullanmadığı organına dokunmaya başlamıştı. Beynine…

Anton’un donuklaşan bakışları duyduğu ayak sesiyle bir anda keskinleşti, elinden kayıp düşmek üzere olan silahını yeniden kavradı; fakat duyduğu bu adımlarda Anton’a tanıdık gelen bir şey vardı. Yıllar önce, bisiklet çaldığı bir günün akşamında, odasına uzanan koridorda duyduğu; işten gelen bir adamın öfkeli, yavaş adımları. Babasının adımları…

 ‘’Bilemiyorum oğlum… Arkadaşların seni pek sevmemiş gibi. Hatta seni kimsenin sevdiğini sanmam. Kim hayatın herhangi bir yerine tutunmayı başaramamış, serseri mayın gibi oradan oraya savrulan ve değiştiremeyeceği şeyleri karın ağrısı edinip yakınan birine tahammül eder ki? Annen edemedi mesela. Sonunda yaptıklarına dayanamayıp verem oldu ve öldü.’’

‘’Kötü zamanlama ihtiyar. Bu konuyu seninle tartışmayacağım.’’

‘’Sefil herif! Sözümü dinleyip hukuk okusaydın bunların hiçbiri olmazdı.’’

‘’Burada ölüyorum ve zihnimdeki yansıman kalkmış hukuk okumuş olmam gerektiğinden bahsediyor. Muhteşem bir baba figürüydün.’’

‘’Seni hiç sevmedim.’’

‘’Beni sevmeni hiç istemedim. Şimdi kes o sesini ve bırak huzur içinde öleyim.’’

Anton, silahını yavaşça babasından kalan hatıra parçalarına doğrulttu ve ateş etti. Görünüşe göre sağ elinin kontrolünü de yitiriyordu. Silahı, savrulan elinden kayıp yere düştü. Yarım metre ötesi bir an kilometrelermiş gibi göründü gözüne. Silahına uzandı.

‘’Onu dinleme Anton. O sadece huysuz ve yaşlı bir adam.’’

Anton, nefes alması her geçen saniye daha da güçleşirken paslı çubuğu yakalayıp hemen soluna, sesin geldiği yöne doğrulttu. Giderek yaklaşan, yaklaştıkça netleşen siluetin kim olduğunu ise, gülümsemesiyle belirginleşen yanaklarına uzanan bir tutam saçın rengini seçebildiğinde anladı.

‘’Lucy.’’

Lucy, bulundukları yere yakışmayacak denli zarif adımlarla yaklaştı ve Anton’un sırtını yaslayıp ardına siper aldığı taşa yaslandı.

‘’Kötü görünüyor.’’ dedi Anton’un karnının sol tarafındaki deliği göstererek. 

‘’Fazla vaktimin kaldığını söyleyemem ufaklık.’’ Yüzüne durumun aslında o kadar da kötü olmadığı mesajını içeren bir gülümseme iliştirmeye yeltendi. Fakat derinden gelen bir öksürük demeti yüz hatlarını yerle bir etti. Öksürdü, öksürdü. Ta ki ağzının bir kısmı kanla dolana kadar. 

Kanı tükürdü.

‘’Özür dilerim.’’ Boğazını temizledi.

‘’Özre gerek yok Anton. Vuruldun ve ölüyorsun. Kendini sıkma lütfen.’’ Dudaklarını büküp bakışlarını önlerinde yer alan manzaraya çevirdi. ‘’Babam Afganistan’da olanlardan pek konuşmazdı; fakat konuştuğu ender zamanlarda senden övgüyle bahsederdi.’’

Gabriel, Anton ve Afgan savaşında Lucy’nin babası Thomas Horton ile birlikte ter dökmüş bir grup; iştahsızca atılıp nasıl sonuçlanacağını bilmedikleri Irak serüvenine adım atmadan önce, tüm varlıklarını Lucy için oluşturdukları bir hesaba aktarmışlardı. Evet bayım! O hengâmenin içinden sonunda bol sıfırlar olan banka hesap cüzdanlarıyla dönmeleri söz konusuydu; fakat kimse ne olacağını bilemezdi. Dahası hiçbiri nereden geldiğini bildikleri; ama kaçamayacakları kadar hızlı bir –belki birkaç- mermi bedenlerine isabet edip ölürken, işlevsiz yatırımlarla her geçen gün eriyen banka hesaplarının sahipsiz kalıp Amerika Birleşik Devletleri hazinesine dâhil edilmesini istemiyordu. Thomas’ın kızı olması bir yana, üniversite hayali olan, keman çalma becerisini geçen iki yılda gözle görülür şekilde ilerleten ve vals yaparken zarif bir kuğuya dönüşen Lucy, hepsinin kanlı paralarını bırakmak istedikleri insandı. 

‘’İyi adamdı. Senin baban…’’ diyebildi her kelime göğsüne bıçak gibi saplanırken. ‘’Gördüklerimin… En iyilerinden…’’ 

Kesik bir nefes aldı, sanki ciğerlerine dolan hava bedenine yetmiyormuş gibi… Göz ucuyla sağ eline baktı. Silahı elinden düşmüştü. 

‘’Çok yaklaştılar.’’ dedi Lucy. ‘’Ama korkma, seni buradan götüreceğim.’’ Sakince ayaklarının ucundaki çantasına uzandı. Fermuar aralandığında gülümseyip kemanını çıkardı. 

Lucy, kemanı çenesi ve sol omzu arasında yerleştirip sol elinin parmaklarını kemanın sapı üzerindeki tellere uygun şekilde bastırırken, Anton göz kapaklarının hiç olmadığı kadar ağır gelmeye başladığını fark etti. Yay, kemanın tellerinde gezinmeye başladığındaysa, duyduğu sesin aslında insan sesine ne kadar yakın olduğunu düşünüyordu. 

Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, verdi. Hepsi buydu. Lucy’nin kemanından yayılan ezgi kulaklarını okşarken, daha önce sadece operasyon birifingindeki uydu fotoğraflarında gördüğü, birbirine benzeyen kayaların birinin dibinde alıp verdiği bu nefes, Anton’un son nefesiydi. 

Aynı günün akşamı, CNN’de ‘Ortadoğu’da Yükselen Tansiyon ve Olası Yeni Bir Savaşın Önlenmesi İçin Atılması Gereken Adımlar’ konulu tartışma programı yayındaydı.