Gözlerimi kapatmalı mıyım, yoksa yüzleşmekten korktuğum gerçeği görmemek için gecenin karanlığı kâfi gelir mi, bilmiyordum. Uzun zamandır aklıma gelmeyen kara gün o gece yeniden canlanmış, bir çocuk enerjikliğiyle karşıma gelip dikilmişti. İyi ama bunca zaman sonra neden? Hayatım boyunca yalnız kalmaya mahkûm oluşum yeterince ağır bir ceza değilmiş gibi neden bir de vicdanın zorlu muhasebesinden geçmek zorundaydım? O günü her hatırlayışımda aklıma düşen bu sorulara bir kez daha cevap bulamamıştım. Hem bu sorulardan kurtulmak için hem de ertesi gün erken kalkmam gerektiği için bir an evvel uykuya dalmam gerekiyordu. Gel gör ki gözlerim bir daha göremeyeceği bir güzelliğin her ayrıntısını hafızama kazımak istermişçesine kapanmaya uzaktı. Uyuyamayacağımı anlayınca en azından kafamdaki düşünceleri dağıtmak için yaklaşık üç ay önceki doğum günümde kendime aldığım fakat o günden beri kapağını dahi açmadığım bir kişisel gelişim kitabının sayfalarını karıştırmaya başladım. Kendine güvenmek, bardağa dolu tarafından bakmak gibi zırvalarla dolu bir kitaptı. Her kim ise bu kitabın yazarı dünyanın gerçeklerine dair hiçbir fikri olmadığına adım gibi emindim. Ne tarafından bakarsan bak dünya berbat bir yerdi ve hiçbir şey bunu değiştiremezdi. Kitabın komedyalarını okumak biraz olsun kafamın dağılmasına yardımcı olmuştu fakat yine de gözüme uyku girmiyordu. Az sonra odama doğru yaklaşana annemin ayak seslerini duydum, odamın kapısını araladığı sırada elimdeki kitabı kapatmış, oyalanacak başka şeyler aramaktaydım. Annem uykulu olduğundan mı yılların verdiği yorgunluktan mı bilinmez birkaç metre uzağındaki benim bile zor duyabileceğim sesle;
-Hayırdır oğlum, niye uyumadın, diye sordu.
-Uyku tutmadı anne, boş ver sen. Hadi Allah rahatlık versin. Yatıyorum ben de. -Tamam oğlum, hadi iyi geceler. Üstünü iyi ört.
Annem kırk beş yaşında olduşumu hiç umursamadan her zamanki öğütlerini verdikten sonra yavaş adımlarla kendi odasına yöneldi. Ben de yatağımda bir o tarafa bir bu tarafa dönüp uyumaya çalıştıktan yaklaşık bir saat sonra gözlerimin direncini kırmayı başardım ve hiç de huzurlu olmayan bir uykuya daldım.
Ertesi gün öğlene doğru anca uyanabilmiştim. Tabii buna uyanmak denebilirse. Etrafımda dönen olaylara karşı herhangi bir tepki vermiyor, hiç kimseye, hiçbir şeye karşı
menfi veya müspet bir his beslemiyordum. Dünyada neler olup bittiğiyle ilgilenmiyordum. Sadece ben ve yıkılmaz, geçilmez, sarsılmaz bir duvar gibi karşımda duran vicdanım vardı. Bezen ise annem bir heyula gibi belirip varlığını hatırlatıp tekrar yok oluyordu. Gözlerim bir sebep bulup açıldığı vakit uyanıyor, yorgun düşüp uykuya muhtaç olduğum zaman uyuyordum. Bedenen uyanıktım fakat ruhen derin bir uykuya dalalı epey zaman olmuştu.
Dün gece erken kalkmam gerektiğini düşünerek uyumaya çalıştığımı anımsadım. Fakat neden erken uyanmam gerektiği aklıma gelmiyordu. Zaten bunun bir önemi de kalmamıştı, saat 12’ye varmak üzereydi. Bir şekilde artık açılmış olan gözlerimi yorgun düşüp tekrar kapanmaya ihtiyaç duyuncaya kadar açık tutmak adına yatağımdan doğrulup banyoya yöneldim. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra annemi kontrol etmek için her gün bu saatlerde bulunduğu mutfağa yöneldim. Mutfağın kapısında beni gören annem samimi bir sesle;
-Uyandın mı? diye sordu.
-Uyandım, diyerek cevabı aşikâr olan bu soruyu yanıtladım.
-Gel iki lokma bir şeyler ye.
Mutfağa kurulmuş olan masada mütevazı denilebilecek bir kahvaltı yaptım. Kahvaltıyı bitirip anneme teşekkür ettikten sonra herhangi bir sebep olmaksızın oturma odasına yöneldim. Koltuğa çöküp bir şeyler düşünmeden ve hiçbir şey umursamadan sadece vicdanımla baş başa kalacağım esnada koltuğun sol çaprazındaki kapının hemen kenarında duran takvimi fark ettim. İlk asıldığı birkaç gün hariç daha önce dikkatimi çekmeyen bu takvimin bugün yeniden dikkatimi çekmesinin sebebi üzerinde yazılı olan tarihti. 6 Haziran… Tam otuz yıl… O kara günün üzerinden tam otuz yıl geçmişti. Anlık bir farkındalıkla yüklendiğim bu yük saniyeden daha kısa bir zaman dilimi içerisinde taşıyamayacağım seviyeye ulaşmıştı. Bugün neden erken uyanmam gerektiği ise yine o an aklıma geldi. Otuz yıllık yaşanmışlığı ve yaşanamayan her duyguyu otuz saniye kadar tasavvur ettikten sonra sıkılmaya, daralmaya ve nefes almakta zorlanmaya başladığımı hissedip biraz nefeslenmek adına kendimi dışarı attım. Nereye gittiğimi bilmeden yavaş adımlarla yürümeye başladım. Attığım her adım vicdani hesaplaşmalar ve hayal kırıklıkları ile geçen ömrümün bir merhalesiydi. Her adımda düşündüm, her adımda biraz daha yaşlandım.
On beş yaşımdaydım hayatımın bu hale gelmesine sebep olan o gün yaşandığında. O günden sonra hayatıma yeni bir insan sokamadım. Var olanları da bir bir kaybetmeye
başladım. O zamanlar tek bir kişiye bile bahsedemediğim bu olay yüzünden okuduğum liseyi bitiremedim. On sekiz yaşımdayken babamın ölmesiyle de eğitim ve öğretimle olan bağım tamamen kopmuş oldu. Evin tek çocuğuydum. Babamın vefatından sonra annem beni birkaç kez daha okula başlatmaya çalıştıysa da işe yaramayacağını görünce vazgeçti. Bir işe girip evlenmem konusundaki ısrarları da sonuçlanmayınca bir daha bu mevzuları hiç açmadı. Tam bir umutsuz vaka idim. Gerçi pek bir şey değişmiş sayılmaz ya, neyse. Aylık kira geliri olan bir evimizin varlığı sebebiyle onca yıl kıt kanaat geçinip gittik. Otuzlu yaşlarımın başlarında gerçek dünyadan soyutlanmanın kolay ve zevkli bir yolunu keşfettim; kitap okumak. Kitaplar sayesinde bana kattıklarından pek memnun olmadığım bu dünyadan uzaklaşıyor, bir türlü hafifletemediğim vicdan azabından olabildiğince kurtulmaya çalışıyordum. Bu okuma merakı annemin gözünde benimle alakalı yeni umutlar doğurduysa da nihai netice asla değişmiyordu; hayal kırıklığı. Otuz yıl boyunca çeşitli şekillerde sürekli hayal kırıklığına uğrattım annemi. Düşünüyorum da insanın kendinden bir parça olan evladıyla imtihanı, imtihanların en ağırı olsa gerek ve be bu imtihanın ta kendisiydim.
Kendimi sorgulayan, suçlayan ve cezalandıran düşünceler eşliğinde ilçeden epey uzaklaştım. İlçenin sahil şeridi boyunca uzanan yolu takip edip dikenlerle kaplı bir tarlada geçerek kıyıya ulaştım. Bir taş bulup oturdum ve önümde uzanan denizi seyre daldım. Gün batmak üzereydi. 30 yıl sonra yeniden 6 Haziran’ın üzerine doğan güneş az sonra ilçemizi terk edecekti. Denizi boylu boyunca bir kızıllık kaplamıştı, tıpkı otuz yıl önceki gibi bir kızıllık. Fakat tek bir farkla, bu rahatlatan, huzur veren, dingin bir kızıllıktı, o ise yakıp yıkan, kül eden bir kızıllıktı.
Bir gün daha yitip gitti. Kocaman hayal kırıklıkları ile dolu otuz yılın son günü de bir müjde çıkarmadı karşıma. Ve ben anladım ki insan geçmişi kadardır. Tüm yaşanmışlıkları bir araya gelip insanı oluşturur da bir tanesini silip atsan mazisinde o an başka birine dönüşüverir. Ben de bu kadardım işte. Otuz yıllık bir vicdan azabı ve her tarafımı kaplayan koca bir ümitsizlik… Beni ben yapan ne varsa bunlardı işte. Oysa bu uğursuz, huysuz adam yerine bambaşka birisi olabilirdim. Öylesine yoğundu ki pişmanlığım, dünyanın en bedbaht adamı benim sanıyordum. Hiçbir acı otuz senenin boşa gitmesinden, bir gün olsun gülmemekten, bir kişiyi bile sevememekten daha ağır olamaz gibi geliyordu. Oysa ne garip olmak istediğimiz insandan şikâyetçi oluşumuz. İnanıyordum ki bu kara talih benim bir parçamdır ve başka bir hayat mümkün değildir. Bedenim ebediyen karanlığa saplanana dek bu onulmaz talihi yaşayacaktım ve bundan şikâyetçi olmamalıydım, değiştirmeye çalışmamalıydım. İnsanların
rolleri vardı ve benim rolüm de bu hayatı benimseyip şimdi olduğum hal üzere çekip gitmekti dünyadan. Tıpkı şu yitip giden gün gibi.
Eve epey geç geldim. Annem çoktan uyumuştu. Hemen üstümü değiştirip yatağıma girdim. Fakat bu sefer uyumaya çalışmadım, evet gözlerimi kapadım fakat uyumak için değil, hatırlamak için. Bir kez daha hatırlamak ve hatıranın yerini sağlamlaştırmak için. İşte, hatırlıyorum; on beş yaşımdayım. Şimdiki gibi çökmüş bir yüzüm, ağarmış saçlarım ve hayal kırıklıklarım yok. Aksine sebepsizce gülen, tebessüm eksik olmayan bir yüzüm var. Sanki yitip gideceğini biliyormuşum da fazla fazla kullanıyormuşum neşemi. Herhangi bir telaşem yok, sadece yaşamak var, o an ne oluyorsa onu yaşamak. Geçmişin acıları da yok geleceğin korkuları da, sadece o an var.
İşte yine okuldan çıkıyorum. Birkaç arkadaşla vedalaşıp eve giden yolu tek başıma devam ediyorum. Eve gidip üstümü değiştireceğim, karnımı doyurup kendimi dışarı atacağım. Ama içimde bir kıpırtı var, her gün olandan biraz daha farklı bir kıpırtı. Sanki içerisinde bulunduğum saat veya gün fazla sakinmiş gibi geliyor. Bir hareket lazım, bir heyecan lazım. Eve giden yolu nasıl daha eğlenceli hale getirebileceğimi düşünüyorum. Hareketsizliğe, sakinliğe, dinginliğe tahammül edemiyorum. Bir arayışla ceplerimi yokluyorum, bir kibrit kutusu. Neden cebimde bir kibrit kutusu var bilmiyorum, umurumda da değil. Kibrit kutusu ile neler yapabileceğimi düşünüyorum. Az ileride karşıma bir çalılık çıkıyor. Üç dört adım büyüklüklerinde eni ve boyu olan ufak bir çalılık. Bir anda şeytani bir hırs ve hükmetme duygusuyla aklıma bu çalılığı yakmak fikri geliyor. Zaten kuytu köşe bir yer, kimseler göremez beni. Ufak bir çalılığın yanmasından da kimseye bir zarar gelmez. Kan akışımın hızlandığını hissediyorum, şöyle bir göz gezdiriyorum çalılığın üzerinde. Birazdan bu çalıların hepsi yok olacak, kül olup gidecekler. O çalıların geleceğimi de beraberinde götüreceğini o an bilemiyorum. Kibrit kutusundan bir kibrit seçip tutuşturuyorum, fakat hafif esen rüzgârın da etkisiyle çalıyı tutuşturamadan sönüyor. Bunun belki de ilahi bir uyarı olduğunu anlayamayacak kadar heyecanlıyım. İlk denemenin başarısız oluşu biraz hevesimi kırıyor ama bir yandan da azmimi perçinliyor, yakacağım burayı, ne olursa olsun yakacağım. Küçük bir çalılığın yanmamakta direnmesini benliğime yapılmış bir baş kaldırı olarak algılayıp daha bir aceleyle diğer kibriti tutuşturduğum gibi çalılığın ortasına atıyorum. İşte yanıyor, aralarından bir tanesinin karşımda eğilip büzülüp yok olduğunu görüyorum. Ve sonra bir tane daha, bir tane daha ve bir tane daha. Kısa bir zaman aralığı içerisinde tüm çalılık tutuşuyor. İçim garip bir hükmetme duygusuyla kaplanıyor fakat bir yandan da tedirginim. Sanki bir şeyler yanlış gidiyor gibi, bu kadar hızlı olmamalıydı. Sıcaklık ve kızıllık giderek
büyüyor. Nasıl oldu bilmiyorum, işte yan bahçeye sıçradı. Hemen uzaklaşmalı, kaçıp gitmeli buradan. Biraz uzaklaşıyorum, artık çalılar değil ağaçlar yanıyor. Beni kimsenin bulamayacağını düşündüğüm bir duvar bulup arkasına gizleniyor ve giderek daha da büyüyen yangını izliyorum. Tam bir kargaşa, bağırışmalar duyuluyor, sesler birbirine karışıyor. Kızıllık daha da büyüyerek karşısına çıkan ne varsa yutup geçen bir canavara dönüşüyor. Bağırışmalar duyuluyor. İşte ev de yanıyor. Çalılığın biraz gerisindeki iki katlı ahşap ev de artık o koca kızıllığın mahkûmu oluyor. Sesler birbirine karışıyor. Bağırışmalar ve siren sesleri duyuluyor. İkinci katın balkonunda birisi gözüme çarpıyor, bir kadın. Gözlerindeki korkuyu buradan okuyabiliyorum. Bağırıyor, yardım istiyor. İnsanlar toplanıyor, sesler birbirine karışıyor. Bağırışmalar…
Havanın karanlıktan aydınlığa dönmeye başladığı saatlerde nefes nefese uykumdan uyandım. Gece her ne olduysa ruhumun derinliklerinde beni rahatsız eden bir şeyler peyda olmuştu. Şu saatten itibaren hayatı bu şekilde yaşamayı reddediyordum. Bir baş kaldırı, bir isyan duygusu bünyemi ele geçirmişti. Vakti zamanında yanmayı reddeden o ilk çalı parçası
bedenimde yeniden ruh bulmuştu. Vicdan, pişmanlık, hayal kırıklığı veya adına her ne denirse, bana hükmedemezdi, hükmetmeliydi. Bu hastalıklı yaşam biçiminden kurtulmak adına ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım. Otuz yıl sonra ilk defa ciddi bir karar almıştım ve ilk defa bu kadar kararlıydım. Artık kabullenmiyordum, bana biçilmiş bir rol yoktu. Bunca yıl sırf korktuğum için kendimi bu yalana inandırmıştım. Talihin her insana güzellikler getirmediğini, ismimin ta en başında yüzü gülmeyecekler listesine yazıldığını düşünerek kendimi kandırmış, bedel ödemekten ve suçumun sorumluluğunu üstlenmekten kaçmıştım. Yangının suçlusunun ben olmadığımı, sadece zaten yanacak olan bir evin yanmasına aracı olduğumu sürekli tekrar ederek vicdanımı yeneceğimi sanmıştım. Oysa aslında bu sebepten ötürü kendimi yaşamaktan men ettiğimi, kendime en büyük cezayı yine kendimin verdiğini fark edememiştim.
İşe suçumu kabullenerek başladım. Evet, ben yaktım, istemeyerek de olsa çıkardığım o yangın yüzünü hiç görmediğim yaşlı bir adamın ölümüne, balkondaki o korku dolu gözlerin sahibinin de ömür boyu sakat kalmasına sebep oldu. Yangından sonra açılan soruşturma bir süre sonra delil yetersizliğinden kapanmıştı, fakat içimdeki muhasebe henüz sonuçlandı ve sonuç çok aşikârdı; suçluydum ve suçumun bedelini ödeyecektim.
Hava iyice aydınlanmıştı, kararlılığımın tesiri olan bir sakinlikle üzerimi değiştirdim. Annemin odasına gidip kapısını hafifçe aralayarak başımı içeri uzattım, uyuyordu. Yılların yorgunluğu yüzünden okunuyordu, benim müsebbibi olduğum zorlu hayat yüzüne ilmek
ilmek işlenmiş gibiydi. Annemi helallik isteyen bakışlarla son bir kez süzdükten sonra evden çıktım. En yakındaki polis karakoluna gidip suçumu itiraf ettim.
Bir süredir buradayım, hapishanede. İtiraf edeyim ki buraya alışmak beklediğimden daha zor oldu. İlk zamanlar havası, kokusu, tınısı, her şeyiyle kasvet ve karanlık saçıyordu. Sonradan anladım ki hiçbir karanlık insanın içindeki karanlıktan daha derin, daha uçsuz bucaksız olamazmış. Zamanla havasını da suyunu da benimsemeye başladım. Hatta burayı sevdim bile denebilir. Neticede uzunca bir süreden sonra ilk defa yaşadığımı hissettiğim yerdi burası. Mütemadiyen gelip boğazımı tıkayan ve zaten olmayan huzuruma bir miktar daha huzursuzluk ekleyen o görünmez kuvvetten kurtulmuş olmak bile burayı sevmek için yeterli bir sebepti. Her insan gibi ben de bir suç işlemiştim, biraz ağır olsa da bedelini de ödüyordum. En zorlu hesapçıya, kendime karşı rahattım. Vicdanın kıskacından kurtulmuştum. Artık özgürdüm, demirden bir kapı ve dört duvarın içinde sıkışmış vaziyette hiç olmadığım kadar özgürdüm.