Kırmızı Ev
Editör: Beyza Öz
Tasarım: Selen Günay
Sessiz sakin Crowe Sokağı’nın üzerine devasa bir gölge gibi eğiliyor 4 numara. Çoğu zaman varlığı belirsiz, sessiz ve sonsuz bir bekleyişte. Sadece bekliyor 4 numara; bekliyor, izliyor, zamana tanıklık ediyor. Sokağın diğer ucundaki kiraz ağacı yapraklarını döküyor, 12 numaranın küçük kızı ilk kardan adamını yapıyor, Smith ailesi pikniğe gidiyor, çocuklar çiçekten taçlar yapıyor ve mahalle su savaşından gelen neşeli çığlıklara boğuluyor. Yorgun, yaşlı karga terk edilmiş evin çatısına konarken bir anlığına dökülen sıvadan irkiliyor. İleri doğru iki adım atıp yıllar içinde kendine ait hale getirdiği noktaya yerleşiyor, vücudu çatıyla birleşiyor ve üç kez gaklıyor karga: üç uzun, derin gaklama.
Yorgun evi çevreleyen ağaçlar silkelenip selamlıyor eski dostlarını.
O sırada geçiyor 4 Numara’nın önünden ufak Colin Ferry. 4 Numara’nın bakımsız bahçesinden veba gibi yayılıyor otlar, Colin’in bisikletinin tekerlerine sarılıyorlar; 4 Numara’nın kendine ait olanı sahiplenme içgüdüsüyle yanıp tutuşuyorlar. Oğlan dengesini kaybedip sertçe yere düşüyor evin önünde. İşte o an basit hatasını fark ediyor çünkü önünde Kırmızı Ev uzanıyor.
Her çocuk gibi Colin de biliyor Kırmızı Ev’in sakınılması gereken yerlerden biri olduğunu. Bisikletini hızla yerden alıyor oğlan ve evine doğru koşturuyor. Annesi dizlerinin neden yara içinde olduğunu sorduğunda geçiştiriyor çünkü herkes gibi Colin Ferry de biliyor yetişkinlerin Kırmızı Ev’i görmediğini.
Ve Crowe Sokağı çocukların su savaşından gelen neşeli çığlıklarıyla inliyor, çocuklar çiçekten taçlar yapıyor, Smith ailesi pikniğe gidiyor, 12 numaranın küçük kızı hayatının ilk kardan adamını yapıyor ve sokağın diğer ucundaki kiraz ağacı yapraklarını döküyor.
Karga boyası dökülmüş evin çatısında kendine yer yapıyor. Biliyor ki burası o ve onun türüne ait sadece. Çoğunlukla çürümüş ahşabın arasında tek tük kalmış soluk, kirli kırmızı boya yavaş yavaş kayboluyor yağan yağmurla.
Yağmurdan korunmak için evlerinin verandasında dikilen iki genç adam bir süre sessizce Kırmızı Ev’i izliyor uzaktan. Yağmurla berber karanlığın çökmesini bekliyorlar. Çantaları, kameraları hazır; el fenerlerine pil yerleştiriyorlar. Beklentiyle dolu bir sessizlikle sarmalanmış izliyorlar, derken birisi bozuyor sessizliği, “İçeride kimse olmayacağına emin misin?”
“Tabii,” diyor öteki genç adam, “girip çıkacağız sadece. Üstünden ne kadar zaman geçerse geçsin kimse bir seri katilin evinde kalmak istemez. Evsizler bile.”
Huzursuzca kıpırdanıyor arkadaşı, “Hikaye o sadece. Gerçekten bir katilin yaşayıp yaşamadığını kimse bilmiyor.”
Genç adam gülümsüyor, “Ne o? Girmekten mi korkuyorsun?”
“Hayır,” diyor arkadaşı. Ötekini çekeliyor ve yağmurun altında koşturuyorlar Kırmızı Ev’e doğru.
Kapının açılmasıyla birlikte evin içinde sıkışıp kalmış olan yılların ağırlığı çarpıyor yüzlerine. Zaman kapsülünün içinde ilerliyorlar temkinlince. İki arkadaş yürürken bekleyişte olan tozlar havalanıyor her taraftan. Kırık bir palto askısının yanına asılmış, sararmış yapraklarıyla eski bir takvim ’73 yazının günlerini sayıyor 20 yıl sonra hala. Tozlu masa örtüsünün üstünde, içinde iki parmak kalan suyla bekleyen bir cam sürahi, tezgahta eskice bir radyo, masada hala okunmayı bekleyen açık gazete.
Fenerler ışıklarını duvarda gezdirdikçe soyulmuş duvar kağıtları, çatlaklar, yılların eseri olan su sızıntıları gün yüzüne çıkıyor. Gençlerden daha uzun olanı ayaklarının altında bir çıtırtı duyuyor, dönüp baktığında görüyor ki parçalanmış bir fotoğraf çerçevesinin üzerinde duruyor.
Eğilip çerçeveyi yerden alıyor ve fenerini eski fotoğrafın üzerinde gezdiriyor: Sararmış manzaranın arasında yüzleri seçmek çok zor, güneş ışığı yakarak silmiş hepsinin anısını.
Yan oda kirli, çökük, parçalanmış mobilyalarla dolu. Duvardaki sarkaçlı saat sanki hayatın Kırmızı Ev için tam olarak ne zaman durduğunu noktalıyor. Gençlerin ilgisini asıl çekense odanın köşesine saklanmış yaşlı piyano. Büyülenmiş gibi yavaş adımlarla yaklaşıyor ikisi de. Uzunca olan oğlan kapağı kaldırıyor ve parmaklarını nazikçe akortsuz tuşların üzerinde gezdiriyor.
Şimdi ikisi de aynı şeyi merak ediyor.
Takvimin yaprakları dönüyor, güneş parıldıyor, her şey biraz daha canlanıyor, renkleniyor.
Sokaktan itişen çocukların sesleri geliyor.
Kır saçlı adam yorgun bir şekilde paltosunu üzerine atıp kapıyı açıyor ve dışarıdaki hayatla karşılaşıyor. Koridor, yavaşça alçalmaya başlamış güneşin ışıklarıyla altın rengine boyanıyor. Adam askıdan şapkasını alıp başına geçiriyor ve arkasından kapıyı çekiyor. Verandanın önünde günün gazetesi sabah atıldığı yerde duruyor. Açılan kapının sesini duyan çocuklar koşturarak Kırmızı Ev’in önüne toplaşıp yaşlı adama selam veriyor. Adam gülüp çocuklara el sallıyor, sonra da oyunlarına devam etmelerini işaret ediyor. Ufak tefek bir oğlan yanındaki arkadaşının elinden futbol topunu çalarken adam da yere uzanıp gazetesini alıyor. Koltuğuna oturduğunda 4 Eylül 1973’i gözden geçiriyor: Ölüm haberleri, reklamlar, teknolojik gelişmeler…
Arada sırada, yanındaki boş sandalyeye dönüp yorumlar yapıyor yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle, “Ne yazdığına inanamazsın Lorelei,” diyor ve sanki ona cevap verircesine rüzgar biraz daha sesli uğulduyor, kuşlar biraz daha canlı cıvıldıyor.
Bir süre daha rüzgara karşı sevgiyle konuşarak gazetesini okuyor. Sonuna geldiğinde gazeteyi nazikçe katlayıp kenara bırakıyor. Gazetesini bırakıp yerinden kalktığını gören çocuklar fısıldaşmaya başlıyorlar. Yaşlı adam içeri girdiğinde çocukların arasında bulaşıcı bir heyecan yayılıyor.
Adam elinde kocaman bir soğutucuyla kapıdan çıkarken çocuklar tekrardan ona doğru koşuyor. Yaşlı adam sevgi dolu bir kahkaha atıp bardakları çıkarıyor, sırada itişip kakışan çocuklara limonatalarını doldurup uzatıyor. Çocuklar hep bir ağızdan teşekkür edip sokağa geri koşturuyor.
Adam yavaşça koltuğuna oturuyor ve gülümseyen gözlerle yanındaki boş koltuğa bakıyor.
“Yarın yine gelecekler Lorelei,” diye fısıldıyor.
Eugene Wilson sözünden dönen bir adam değildi.
Hayatının aşkı Lorelei’a elleriyle bir ev inşa edeceğini söylediğinde her kelimesinde ciddiydi. Bizzat ahşabını kendi döşediği, karısının en sevdiği renk olan parlak kırmızıya boyadığı ev bittiği gün belki de hayatının en mutlu günüydü.
Son çiti de yerine çakarken yanına gelen karısına gülümsedi, alnının terini sildi ve elindeki çekici yere bırakıp küçük kızını kucağına aldı.
Ufak aile sessizce girdi Kırmızı Ev’e 1950 yılının bir Salı gecesi.
Eugene Wilson soğutucuyu Ev’in içine zorlanarak soktu 73’te.
İki genç fısıldaşarak ve hayal kurarak çıktılar Kırmızı Ev’den.
Ve Colin Ferry, rüyasında hiç tanımadığı bir adamı gördü, parlak kırmızı bir evin bahçesinde otururken.