Kırk Ayak
Editör: Elif başer
Tasarım: Sevde gülnisa meydancı
Bir canlı düşünün. Adım atabilmek için kırk çeşit zahmete katlanmalı. Mecaz anlamda değil elbet, gerçek anlamda diyorum. Bir değil, iki değil, kırk farklı fiilde bulunacaksın ki bir arpa boyu yol alasın. İşte bu canlıya kırkayak derler. Kırk farklı ayağı tek bir iş için kullanıp bir kısacık yol alan canlının adıdır o. Bir adım atmak ister. Önce birinci, ardından ikinci, üçüncü, dördüncü derken bütün ayaklarını tek tek hareket ettirir. Bütün bu emeğin sonunda ulaşmak istediği noktaya biraz daha yaklaşır. Bir sağa, bir sola derken istediği yere ulaşır. Ardından başka ufuklara emeklemelerle tekrardan yelken açar. Ve bu, böyle sürüp gider. Aslında nasiplenmesini bilene bu olayda nice güzel dersler vardır. Bir düşünelim. Ne anlamalıyız ki bu işten, eylemden? Alt tarafı ayaklarını kaldırıp indiren küçük bir canlı. Öyle ya, bir bacak, bir gövde… Sadece ilerlemekte. İşte nasip de tam bu noktada. Oraya bakmak gerek. Ama boş gözlerle değil; anlayan, anlamaya çalışan gözlerle. “Anlamaya çalışan” dedik. Boşuna demedik. İnsan bir şeyi ancak talep ederse elde eder. Buradaki dersi anlamak için de talep eden gözler lazım. Yani imgeleyen, mecazlı anlamları çözen gözler gerek insana. Şimdi o gözlere bir şekilde sahip olalım ve buradan bize ne dersler çıkar bir bakalım. Öncelikle, bu canlıyı bir fiziksel olarak inceleyelim. Bir gövdesi var, uzunca. Bir de ufacık ayakları. Bu ayaklar gövdeyi taşımakla yükümlü.Gövde nereye gitmek isterse onun emrine amadeler diyerek de ifademizi özelleştirebiliriz. Ayaklar bir iradeleri olmaksızın tek bir akıl olarak gövdeyi görmekteler. Sorgusuz sualsiz tek geçer kabul gövdenin söylemleri. Ama aksi bir durum ne ilginçtir ki gövde için de geçerli. Sahi, ayaklar olmasa gövde nedir ki? Kendine yetemeyen aciz bir silindir olur ancak. Yürüse yürüyemez, koşsa koşamaz. Evet gövde ki adeta saf bir akıl, bir karar mekanizması ama kendine destek veren birinin yokluğunda yetemiyor işte. Ona her daim sadık bir destekçi lazım. Bu destekçilik görevi de sanki ayaklara düşüyor. Şu anda gövde ve ayaklar arasındaki zaruri uyumu anlamış olmalıyız. Pek tabii, bunu anladıktan sonra, gövdenin her daim kendine sadık olan ayakların çıkardığı genel zorlukları, mesela yukarıda da bahsettiğim kırkını birden ileri attığında sadece bir adımlık mesafe alması gibi durumları, mahzur görmesi gerekir. Onların yüklerini sırtlanır. Onları adeta doğanın bir parçası gibi görür ve kendine bunu kabul ettirir. Ettirmelidir. Onlardan kurtulmayı aklından geçirmemelidir. Zira onu o yapan şeyin ayakları olduğunu bilmektedir.
İnsanın sahip olduğu akıl da onu gerek fikren, gerek fiziken yönetir.Bu akıl öyledir ki zaman zaman kendini aşırı üstün görür. Kendini kendine yetebilecek mutlak güç olarak görür. Dolayısıyla kimi zaman kendine destek çıkan bazı unsurları ihmal eder. Bu unsurlarsa insanı insan yapan güçlerdir. Kendi duygularını, fiziksel yeterliliklerini bunlardan sayabiliriz. İşte bu güçler insanın verdiği kararlara uyup isteklerini sorgusuz sualsiz yerine getirir. Ama burada bir sorun elbette ki vardır. Bu güçler zaman zaman yetersiz ve hantal kalabilir, hatta yeri gelir aklın hızına yetişemez, onu yavaşlatabilirler. İşte akıl da bu yüzden kendine yetebileceğini düşünür ve bu prangalardan kendini kurtarmak ister. Eğer bu sözde prangalardan kendini kurtarırsa kendi kolunu bacağını budamış olur. Çünkü akıl yalnızken eylemsizdir, ilerlemekten acizdir. Destekçilere ihtiyaç duyar. Onun tek vazifesi düşünmek, hedef belirlemek ve yönetmektir. Harekete geçmek, yapmak değildir. Akıl kendisinin yetersiz olduğunu unutmamalı ve diğer güçleri arasındaki dengeyi korumayı bilmelidir. Çünkü birine vereceği ehemmiyet sonucu diğerlerini ihmal ederse denge bozulur, yapmak istediği şeyi yapamaz, yarı yolda kalır. Sonuç olarak akıl, kendisi de bu işin farkında olarak, dengeyi korumalı, ideal verimlilikte olamamayı mazur görmelidir. Yavaşlatılmış olmayı doğanın kanunu kabul edebilmelidir. Çünkü aklın akıl olarak kalmasını sağlayan, onu hedeflerine ulaştıran yegane şey budur.