Editör: İpek Çakmak
Görsel Tasarımı: Duru Gürbüz
Ben hiç cenazeye gitmedim. Hiç, bir mezar taşının başında göğsümde kapanmayacağını bildiğim derin hasret kuyusunu, avuçladığım bir avuç toprakla doldurmaya çalışmadım. Sevdiklerimi benim yerime ölümün kucaklamasının acısı nedir, bilmem. Aynı bir insanın toprağa nasıl gömüldüğünü de bilmediğim gibi. Yanlış anlaşılmasın bu söylediklerim. Bilmek istediğim için söylemiyorum bunları. Mümkünse bilmek de istemem hatta. Gerçi, kim ister öyle değil mi? Benimki de laf işte. Peki ya neden mi söylüyorum? Az sabret. Buraya kadar kelimelerimin mezarlıkta yollarını kaybetmediklerine seviniyorum. Benim hiç çocuğum da olmadı. Böyle söyleyince artık yaşını almış bir kadını dinliyormuşum gibi hissettim. Yani henüz olmadı, diye düzelteyim. Hiç, birini doğum yaparken de görmedim. Beni biraz tanısan, aksi biri olduğumu anlarsın. O yüzden birini doğum yaparken görmeyi bırak, doğum sonrası bebek görmeye bile gitmedim. Demem o ki, doğum sancısı nedir, onu da bilmem. Bilmek istediğim için söylemiyorum bunları. Mümkünse bilmek de istemem hatta, demeyeceğim bu sefer. Bir can’ın kararını veremeyecek kadar toyum hala bu hayatta. Peki ya neden mi söylüyorum? Az daha sabret. Buraya kadar kelimelerimin ölü doğmadıklarına seviniyorum.
Son kopardığım takvim yaprağı ayrılığı gösterdiğinde mi demeli, yoksa veda başaklarının hasat mevsimi geldiğinde mi bilinmez… Ama bir insanı, köklerini benden ve köklerimden ayırıp can suyumu başka topraklarda aramaya karar verdiğimde yani; kıtalar biz bir daha bir araya gelmeyecek şekilde yeniden ayrıldığında, dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşur sözünü yalan çıkarmaya kadehimi kaldırdığımda anlamlandıramadığım bir yerde bulurum kendimi. Bedenimin ruhuma eşlik edemediği, başlangıcı muallak yolculuklar silsilesi. Her daldığımda kasvet bulutlarının indiği başka bir tiyatro perdesi. Korkarım gördüklerimden, gözlerimi nereye çevirsem çevireyim içimi kaplayan derin kederden, nereye gideceğimi de ne yapacağımı da bilememekten, en çok da inkâr etmeye çalışsam bile bir ayna karşısında tüm çıplaklığımla kendimi inceliyormuş gibi hissetmekten. Zaman akmasına yine akar dökülür şelaleden de, ben sıkışırım sanki veda kadar keskin kayalıkların arasına. Bir elveda ile kızgınlığın; özlem ile pişmanlığın tam ortasına. Akıntıya karşı yüz, dersen de yüzemem. Kayalar keskin, zihnim tüm acıları hatırlayacak kadar berrak, bense hiç olmadığım kadar yorgun. Rüzgarını bir bebeğin acı çığlıklarından ya da mezar başında dudaklardan dökülen feryatlardan almış, pervasızca savrulan beyaz bir perdenin üzerindeki gölge oyunları gibi hatırlarım her bir sahnede olan biteni. Kaçıp saklanmamış birkaç kelimemi de, zihnime bu yolculukların üzerine ölü toprağı atması için dil dökerken harcarım. Aynı şimdi birkaçını da gördüğü kâbusu annesine anlatırsa daha çabuk unutacağını düşünen bir çocuğun umuduyla bu satırlarda harcayacağım gibi.
Ben hiç cenazeye gitmedim, dedim. Yalan söyledim. Çok küçükken babaanneme veda etmiştim. Tek derdimin dondurmamı üstüme dökmeden yemek olduğu zamanlardı. Aksi halde annem kızardı. Dedem de kısa süre sonra babaannemin peşinden onu bulmaya gitti. Öyle dedi en azından, halam. Küçüktüm. İnandım; ama unutmadım. Yıllar geçti üzerinden. Ne zaman toplasam tüm kırgınlıklarımı… Bağlasam bir çapa misali ayak bileklerime… Ve açılsam küçük bir tekneyle vedalarımın can olduğu okyanusa. Teknenin en ucundayım. Oturuyorum. Çapa yanımda. Ruhumu, bedenimi kavuran ateşin sebebini kendime itiraf edemediğim saatler. Teknemin kenarlarına çarptıkça acı içinde feryat eden dalgaları duyuyorum ya da ben o çığlıkların dalgalardan geliyor olmasını diliyorum, bilmiyorum. Babaanneme veda ettiğim o yaşıma dönüyorum sanki. Bahçemizin avlusundayım. En büyük halamın ağlayarak yarı baygın hali geliyor aklıma. Anlayamamıştım o zamanlar. Keşke tohumlarımın birini tam da buraya dikiyorum… Sanki çapa benim değil de onun bileklerine bağlıymış gibi can havliyle bir düşünce yankılanıyor kafamın içinde. Susturamıyorum. Son birkaç nefesimi kimin kullanacağı hakkında kendi içimde derin bir münakaşa içindeyim.
Şak! Değişiyor perde. Bir müzik kutusunun içinde yaşıyorum. Özledikçe başa sarıyorum. Sardıkça sinirleniyorum; ama hala müzik kutusundayım. Kayığıma vuran dalgalar vardı ya, sanki hırçınlaşıp içimdeki kayalıklara vuruyor. Alabora oluşunu canlandırıyorum. Ben o sırada kıyıdan seni izliyorum. Kısasa kısas istiyor içimde büyüttüğüm, yokluğunda kollarına sarıldığım acı. Ne eksik ne fazlası. Yarı baygın vuruyorsun kıyılarıma. Her vurduğunda hayat öpücüğü benden sana. Senin bana bir kere bile vermediğin hani… Bir kedi misali dokuz canlı olsaydım, şu an bu satırları yazamayacak kadar çok benden sana oysa ki. Fakat, kötü bir haberim var artık. Öyle bir fırtına çıktı ki geçenlerde… Yarı baygın bedenin ulaşamadı kıyılarıma. Bir deniz kızı misali köpük olacaksın artık dalgalarıma. O sularla sulayacağım kuruttuğun çiçeklerimi. O su verecek baharın müjdesini. Bir kelebek olup gelsen de tanıyamayacaksın arkanda bıraktığın harabeyi. Benim için akmayı bırakan zaman var ya, öyle hızlı akacak ki ağaçların mı yoksa takvimlerin mi yaprakları daha hızlı dökülüyor anlayamayacağım. Ama hep bahar kalacak içimde. Bu da son sözüm olsun. Senin hep verdiğin ama tutmadığın, benim ise hiç borçlu kalmadığım.